zorunda

listen to the pronunciation of zorunda
Türkçe - İngilizce
have

Before going to work in Paris I have to freshen up on my French. - Paris'e çalışmaya gitmeden önce Fransızcamı tazelemek zorundayım.

It seems that the children will have to sleep on the floor. - Çocuklar yerde uyumak zorunda kalacaklar gibi.

having to
zorunda bırakmak
oblige
zor
difficult

He can't cope with difficult situations. - Zor durumlarla başa çıkamıyor.

It's difficult to learn a foreign language. - Yabancı dil öğrenmek zordur.

zor
troublesome
zor
tough

Tom knew it was going to be tough to convince Mary that she was too old to drive. - Tom Mary'nin araba süremeyecek kadar yaşlı olduğuna ikna etmenin zor olacağını biliyordu.

Tom knew it was going to be tough to convince Mary to go to the hospital. - Tom Mary'yi hastaneye gitmesi için ikna etmenin zor olacağını biliyordu.

zor
hard

It's hard to learn a foreign language. - Yabancı dil öğrenmek zordur.

The old man was hard of hearing. - Yaşlı adam duymakta zorlanıyor.

zorunda bırakmak
compel
zorunda olmak
have to

I don't want to have to hurt anyone. - Kimseyi incitmek zorunda olmak istemiyorum.

I don't want to have to worry about you. - Senin için endişelenmek zorunda olmak istemiyorum.

zorunda kalmak
be obliged to
zorunda kalmak
obliged to
zorunda kalmak
have to

I'd hate to have to go there with Tom. - Oraya Tom ile gitmek zorunda kalmaktan nefret ediyorum.

I don't want to have to warn you again. - Seni tekrar uyarmak zorunda kalmak istemiyorum.

zorunda kalmak
be obliged to do
zorunda kalmak
to be obliged to, to have to
zorunda bırakmak
obligate
zorunda kalmak
to be obliged to
zorunda kalmak
to be left no choice but (to do something)
zorunda olmamak
Do/does not have to

You don't have to go.

zorunda bırakmak
to leave (someone) no choice but (to do something)
zorunda bırakmak
to oblige, to compel
zorunda bırakmak
reduce
zorunda bırakılmak
be reduced to
zorunda olmak
to have (got) to
zorunda olmak
have

I don't want to have to worry about you. - Sizin için endişelenmek zorunda olmak istemiyorum.

I don't want to have to listen to Tom sing that song again. - Tom'un o şarkıyı tekrar söylemesini dinlemek zorunda olmak istemiyorum.

zorunda olmak
to have to, be obliged to (do something)
zor
{s} arduous

She went through a long and arduous vocational course. - O uzun ve zorlu bir meslek kursundan geçti.

kabul etmek zorunda kalmak
concede
zor
crucial
zor
uneasy; causing difficulty
zor
knotty
zor
tight

Tom found himself in a tight spot. - Tom, kendini zor bir durumda buldu.

You have to tighten those screws. - Sen o vidaları sıkmak zorundasın.

zor
{i} force

In the end, the Germans were forced to withdraw. - Sonunda, Almanlar geri çekilmeye zorlandı.

The force of the wind made it difficult to walk. - Rüzgarın gücü yürümeyi zorlaştırdı.

zorunda bırakmak
constrain
zor
prickly
zor
barely

During droughts, farmers are barely able to eke out a living. - Kuraklık sırasında, çiftçiler kıt kanaat zorlukla geçinebiliyorlar.

Tom always speaks in such a low voice that I can barely understand what he says. - Tom her zaman öyle kısık sesle konuşur ki ne söylediğini ben zar zor anlayabiliyorum.

zor
complicated

In this city finding a taxi is complicated. - Bu şehirde bir taksi bulmak zordur.

It doesn't have to be that complicated. - Bu o kadar karmaşık olmak zorunda değil.

zor
uneasy
zor
problematic
zor
(Kanun) virtue
zor
stringent
zor
severe

Tom's foot had to be amputated after it had become infected with gangrene following a severe frostbite. - Şiddetli bir donmanın ardından kangrenle enfekte olduktan sonra Tom'un ayağı kesilmek zorunda kaldı.

Such a thing is considered theft and it has to be punished severely. - Böyle bir şey hırsızlık olarak kabul edilir ve ciddi bir şekilde cezalandırılmak zorundadır.

zor
trying

I think you're trying too hard. - Bence fazla zorluyorsun.

I have to keep trying. - Denemeye devam etmek zorundayım.

zor
awkward

It's awkward for me to go to them without an invitation. - Onlara davetiyesiz gitmek benim için zordur.

zor
hardly

She hardly speaks English. - O zar zor İngilizce konuşur.

The fog was so dense, we could hardly see anything. - Sis çok yoğundu, her şeyi zorlukla görebildik.

zor
{i} might

It might be a pain in the neck to do this, but we have to do it. - Bunu yapmak can sıkıcı olabilir fakat onu yapmak zorundayız.

If the door doesn't fit, you might have to shave off a bit of the wood until it closes properly. - Kapı uymuyorsa, düzgün şekilde kapanana kadar ahşabı biraz rendelemek zorunda kalabilirsin.

zor
strength

A great warrior radiates strength. He doesn't have to fight to the death. - Büyük bir savaşçı güç yayar. O ölümüne savaşmak zorunda değildir.

Tom must conserve his strength. - Tom gücünü korumak zorundadır.

zorunda olmak
need to
zor
thorny
zor
compulsion
zor
strain

He strained his eyes by reading too much. - Çok okumaktan gözlerini zorlamıştı.

Take care not to strain your eyes. - Gözlerini zorlamamaya dikkat et.

zor
dys-
zor
straitened
zor
trick

Operation of this computer is tricky. - Bu bilgisayarın çalıştırılması zordur.

It's hard to teach an old dog new tricks. - Yaşlı bir köpeğe yeni hünerler öğretmek zor.

zor
constraint
zor
sticky

She helped me in a very sticky situation. - Çok zor bir durumda bana yardım etti.

zor
uphill

After an uphill struggle against great odds they finally got the company on its feet again. - Büyük anlaşmazlıklara karşı zorlu bir mücadeleden sonra, onlar nihayet şirketi tekrar kendi ayakları üzerinde durdurdular.

zor
ticklish
zor
subtle
zorunda bırakmak
send
zorunda bırakmak
reduce to
zorunda kalmak
have got to
zorunda olmak
have got to
zor
tricky

That is a very important objective and it will be quite tricky to achieve. - Bu çok önemli bir hedef ve ulaşmak oldukça zor olacak.

Operation of this computer is tricky. - Bu bilgisayarın çalıştırılması zordur.

zor
a tough
zor
toughest

Their car entered one of the toughest races in the world. - Onların aracı dünyadaki en zorlu yarışlardan birine girdi.

Tom has the toughest job here. - Tom burada en zorlu işe sahip.

zor
tougher
zorunda olmak
to have to
zorunda olmak
cannot but

onun dediğini yapmak zorundayım - I cannot but do what he says.

düşmanı çekilmek zorunda bırakmak
raise a siege
tren değiştirmek zorunda mıyım
Do I have to change trains
yapmak zorunda kalmak
take one's medicine
zor
difficult, hard
zor
compulsion, constraint, obligation, necessity: Bunu yapmak zorunda değilim. I'm not obliged to do this. Ne zorun vardı bunu yapmaya? What made you feel obliged to do this?
zor
rough

She had a rough childhood. - Zor bir çocukluğu vardı.

I've had a rough day. - Zor bir gün geçirdim.

zor
main

I didn't know I was going to have to introduce the main speaker. - Baş konuşmacıyı tanıtmak zorunda kalacağımı bilmiyordum.

Hard work is the main element of success. - Zor iş başarının ana unsurudur.

zor
mean

I reported to him by means of an SMS that he had to stop his work as soon as possible. - En kısa sürede işi durdurmak zorunda olduğunu bir SMS aracılığıyla bildirdim.

Does this mean that we have to file bankruptcy? - Bu iflasımızı sunmak zorunda olduğumuz anlamına mı geliyor?

zor
stiff
zor
pressure, coercion (exerted upon a person's mind): Onları ancak zor kullanarak hizaya getirebilirsin. The only way you can get them to fall into line is to pressure them
zor
difficult, hard, troublesome, tough, stiff; difficulty; obligation, compulsion, constraint; force, strength; barely, hardly
zor
with difficulty

They answered my questions with difficulty. - Sorularımı zorlukla yanıtladılar.

We climbed up the mountain, but with difficulty. - Biz dağa tırmandık ama zorlukla.

zor
trickish
zor
trouble, difficulty, worry, problem: Hiçbir zoru yok. He's got nothing troubling him
zor
physical violence or the threat of physical violence, force: Zoru görünce direnmekten vazgeçti. When threatened with force he stopped holding out. Beni zor kullanmaya mecbur etme! Don't make me use force!
zor
hairy
zor
formidable

Tom would be a formidable opponent. - Tom zorlu bir rakip olacaktır.

zor
barely, just. Z
zor
baffling
zor
cruel

Why do you always have to be so cruel? - Neden her zaman bu kadar gaddar olmak zorundasın?

zor
inconvenient

He has to go to the bathroom right when the food's being served. He's always doing things at such inconvenient times. - O, yemek sunulduğunda doğru tuvalete gitmek zorunda. O hep böyle uygunsuz zamanlarda bir şeyler yapıyor.

zor
exacting
zor
bodily ailment or disorder: Zekâvet'in aklından zoru var galiba. It looks like Zekâvet's touched in the head. Hilmi'nin midesinden zoru var. Hilmi's got a stomach complaint
zor
dys
zor
bated
zor
heavy

Because of the heavy fog, we could barely see the road in front of us. - Yoğun sisten dolayı önümüzdeki yolu zar zor görebildik.

The box was so heavy that Tom had to help Mary carry it home. - Kutu o kadar ağırdı ki Tom Mary'nin onu eve götürmesine yardım etmek zorunda kaldı.

zor
imperative

It is imperative for you to act at once. - Derhal hareket etmen zorunludur.

It's imperative to go out. - Dışarı çıkmak zorunlu.

zor
{f} slog
özür dilemek zorunda kalmak
eat dirt
Türkçe - Türkçe

zorunda teriminin Türkçe Türkçe sözlükte anlamı

Zor
teng
zor
Yüküm, mecburiyet: "Artık kızının evinde kalışının zordan olduğunu biliyordu."- N. Cumalı
zor
Güçlükle, zorla: "El ele vermiş polisler kaldırımlardan taşan halk kütlesini zor zapt ediyorlardı."- H. Taner
zor
Sıkıntı veya güçlükle yapılan: "Sabır güzel, faydalı; fakat zor şeydir."- B. Felek
zor
Sıkıntı veya güçlükle yapılan
zor
Sıkıntı, güçlük, rahatsızlık
zor
Güçlükle, zorla
zor
Sıkıntı, güçlük, rahatsızlık: "Onun için hiçbir zorum, sıkıntım yokmuş gibi, ara sıra denize taşlarımı atmakta devam ederek hızlı hızlı yürüdüm."- R. N. Güntekin
zor
Yapamazsın!
zor
Yüküm, mecburiyet
zor
Baskı: "Hocaların zoru ile çıkarılmış olan bu kanun yürümedi."- M. Ş. Esendal
zor
Baskı
zorunda