yaşlı

listen to the pronunciation of yaşlı
Türkçe - İngilizce
elderly

The police officer on duty sensed an elderly man coming up behind him. - Görevli memur arkasından yaşlı bir adamın geldiğini hissetti.

Tom gave his seat to an elderly lady. - Tom yaşlı bir bayana koltuğunu verdi.

aged

Layla and Sami aged up and wrinkled up. - Leyla ve Sami yaşlı ve kırışmıştılar.

The organization is concerned with the welfare of the aged. - Organizasyon yaşlıların refahı ile ilgilidir.

old

The old man lives by himself. - Yaşlı adam tek başına yaşıyor.

The old man was hard of hearing. - Yaşlı adam duymakta zorlanıyor.

doddered
overaged
watery
tear-stained
geriatric
oldie
senior

Tickets are $5 for adults, and $2 for senior citizens and children. - Biletler yetişkinler için 5 dolar ve yaşlılarla çocuklar için 2 dolardır.

You must respect senior citizens. - Yaşlı vatandaşlara saygı göstermelisin.

senior citizen

The senior citizens' spirits were high in spite of the bad weather. - Yaşlıların ruhları kötü havaya rağmen yüksekti.

American senior citizens are comparatively well-off. - Amerikalı yaşlı vatandaşların nispeten hali vakti yerinde.

stricken in years
old timer
suffused with tears
well on in years; auld
golden ager
old man

The old man was hard of hearing. - Yaşlı adam duymakta zorlanıyor.

The old man caught a big fish. - Yaşlı adam büyük bir balık yakaladı.

(Argo) gerry
old woman

She walked with her head down like an old woman. - O, yaşlı bir kadın gibi başını eğip yürüdü.

I watched the old woman cross the street. - Karşıya geçen yaşlı bayanı izledim.

senile
oldster
antiquated
corot
the elderly
briden
elder

In addition many groups have been formed so that the elderly can socialize with one another and remain active participants in American life. - Ek olarak yaşlılar birbirleriyle sosyalleşebilsin ve Amerikan hayatının aktif üyeleri olarak kalabilsinler diye birçok topluluk kurulmuştur.

The police officer on duty sensed an elderly man coming up behind him. - Görevli memur arkasından yaşlı bir adamın geldiğini hissetti.

old-timer

Old-timers might argue the Internet was freest during the Usenet days. - Yaşlılar, Usenet günlerinde internetin daha özgür olduğunu iddia edebilirler.

tear stained
hoar
advanced in years
well on in years
yaş
age

He has a son of your age. - Senin yaşında bir oğlu var.

Wisdom does not automatically come with age. - Bilim yaş ile otomatik olarak gelmez.

yaş
wet

I wet the bed until I was ten years old. - Ben on yaşına kadar yatağı ıslatırdım.

I used to wet the bed when I was small, but I grew out of it by the time I was seven. - Küçükken yatağımı ıslatırdım fakat yedi yaşına gelmeden önce vazgeçtim.

yaşlı kadın
crone
yaşlı nüfus
elderly population
yaşlı deve
old camel
yaşlı karı
old wife
yaşlı olmak
to elderly
yaşlı adam
oldster
yaşlı adam
gray headed man
yaşlı adam
grey headed man
yaşlı adam
gaffer
yaşlı asker
old sweat
yaşlı at
crock
yaşlı at
plug
yaşlı bakire
old maid
yaşlı başlı
elderly
yaşlı başlı
hoary
yaşlı başlı
hoar
yaşlı dişi kedi
grimalkin
yaşlı gözlerle
with tearful eyes
yaşlı kadın
goody
yaşlı kadın
grandam
yaşlı kadın
gammer
yaşlı kadın
dame
yaşlı kadınlar gibi
old-womanish
yaşlı kimse
elder
yaşlı kurt
elder statesman
yaşlı kurt
sly old fox
yaşlı kız
spinster
yaşlı kızlar gibi
spinsterish
yaşlı kızlar gibi
spinsterly
yaşlı ve saygıdeğer
hoary
yaşlı ve saygıdeğer
patriarchal
yaşlı ve saygın
hoar
yaşlı ve saygın kimse
patriarch
yaşlı ve yararsız hastabakıcı
gamp
yaşlı ve zayıf at
screw
yaşlı ve zengin sevgili
sugar daddy
yaşlı ve çirkin kadın
hag
yaşlı çirkin kadın
hag
yaş
humid
yaş
dank
daha yaşlı
older

She looks young, but she's actually older than you are. - O genç görünüyor, ama o aslında senden daha yaşlıdır.

She is older and wiser now. - O,şimdi daha yaşlı ve daha akıllıdır.

gözleri yaşlı
lachrymose
yaş
sappy
yaş
year; winter
yaş
{i} year

When Justin Bieber started his music career, he was fourteen years old. - Justin Bieber müzik kariyerine başladığında on dört yaşındaydı.

Sam is two years younger than Tom. - Sam Tom'dan iki yaş küçük.

yaş
fresh

Such fishes as carp and trout live in fresh water. - Sazan ve alabalık gibi balıklar tatlı suda yaşar.

Fish like carp and trout live in fresh water. - Sazan ve alabalık gibi balıklar tatlı suda yaşamaktadır.

yaş
(Gıda) moisture
yaş
vintage
yaş
new

The older you get, the more difficult it becomes to learn a new language. - Ne kadar yaşlanırsan, yeni bir dili öğrenmek o kadar zor olur.

John lives in New York. - John New York'ta yaşar.

yaş
young

Sam is two years younger than Tom. - Sam Tom'dan iki yaş küçük.

She is five years younger than me. - O, benden beş yaş küçük.

Yaşlılar
older people
yaş
in age
çok yaşlı.
very old
birbirine bağlı yaşlı çift
Darby and Joan
daha yaşlı
senior
daha yaşlı
elder
en yaşlı
eldest

Fatima is the eldest student in our class. - Fatima sınıfımızdaki en yaşlı öğrencidir.

He is the eldest in his class. - O sınıfında en yaşlıdır.

evde bakım yaşlı
aged-home care
evde yaşlı bakım
nursing of old persons at home
evde yaşlı bakım kursu
course for nursing at home
genç gibi giyinmiş yaşlı kokona
mutton dressed up as lamb
gösterişli yaşlı kadın
dowager
gözü yaşlı
weeping
gözü yaşlı
tearful
gözü yaşlı
bathed in tears
gözü yaşlı
in tears
gözü yaşlı kimse
weeper
havanın gözü yaşlı olmak
to threaten rain
orta yaşlı
middle-aged
rüküş yaşlı kadın
old frump
rüküş yaşlı kadın
frump
saygın yaşlı adam
grand old man
sevimsiz yaşlı kadın
baggage
televizyon ve yaşlı
(Basın) television and the aged
uyumlu yaşlı çift
Darby and Joan
yaş
damp; moist
yaş
slang bad, rough, tough
yaş
slang alcohol, liquor, booze
yaş
tears (in a person's eyes): bir damla yaş a tear
yaş
fresh (fruit) (as opposed to dried)
yaş
tear

This song is so moving that it brings tears to my eyes. - Bu şarkı o kadar acıklı ki gözlerimi yaşarttı.

She called out to him, with tears running down her cheeks. - Yanaklarından süzülen yaşlarla ona seslendi.

yaş
clammy
yaş
time of life

The best time of life is when you are young. - Yaşamın en iyi zamanı genç olduğun zamandır.

The best time of life is when we are young. - Yaşamın en iyi zamanı genç olduğumuz zamandır.

yaş
unseasoned
yaşlılar
the old
yaşlılar
elders

My parents taught me to respect my elders. - Annem ve babam bana yaşlılara saygı göstermeyi öğretti.

You must be polite to your elders. - Yaşlılarınıza karşı kibar olmalısınız.

yaşlılar
senior citizens
yeterince yaşlı
old enough
yosun kaplı yaşlı kaplumbağa
mossback
çok yaşlı adam
Methuselah
çok yaşlı kimse
antiquity
çok yaşlı kimse
antediluvian
Türkçe - Türkçe
Yaşla dolmuş (göz): "Hıçkırarak yaşlı gözlerini kaldırdı."- Ö. Seyfettin
Yaşla dolmuş
Yaşı ilerlemiş kimse: "Bu yaşlıları kapısının arkasına yığdılar."- Ö. Seyfettin
Yaşı ilerlemiş, ihtiyar: "Kendisi de ilkin yaşlı bir kadın almayı düşünmüş idi."- M. Ş. Esendal
Yaşı ilerlemiş kimse
Yaşı ilerlemiş, ihtiyar
(Osmanlı Dönemi) ÂTIK
(Osmanlı Dönemi) FARİZ
nemli
yaşlı başlı
Yaşlı ve görgülü, olgun
Yaş
(Osmanlı Dönemi) ÇAĞ
Yaş
meres
orta yaşlı
Ne genç ne de yaşlı olan
yaş
Kendi suyunu, canlılığını yitirmemiş, kurumamış, kurutulmamış, taze
yaş
Nemli, ıslak
yaş
Kızımızı yetiştirdik bu yaşa getirdik."- M. Yesarî
yaş
Kötü, korkulu, zor
yaş
Ağlandığında gözlerden akan berrak sıvı, göz yaşı: "Ne olsa, önü sonu göz yaşı idi."- R. H. Karay
yaş
Doğuştan beri geçen ve yıl birimi ile ölçülen zaman, sin
yaş
Doğuştan beri geçen ve yıl birimi ile ölçülen zaman, sin (II): "Yaş otuz beş, yolun yarısı eder."- C. S. Tarancı
yaş
Bir kurum, bir kuruluş, düzen vb.nin kurulduğundan bu yana geçen zaman
yaş
Ağlandığında gözlerden akan berrak sıvı, göz yaşı
yaş
Bir gök cisminin oluşmaya başladığı günden bu güne kadar geçirdiği zaman süresi
yaş
Bir gök cisminin oluşmaya başladığı günden bugüne kadar geçirdiği zaman süresi
yaş
Hayatın çeşitli evrelerinden her biri, çağ
yaş
Nemli, ıslak: "Yaş ağaca balta vuran el onmaz."- Atasözü
yaş
Hayatın çeşitli evrelerinden her biri, çağ: "Genç yaşında
yaş
Bir kurum, bir kuruluş, düzen vb. nin kurulduğundan bu yana geçen zaman
yaşlı