sebe

listen to the pronunciation of sebe
İngilizce - Türkçe

sebe teriminin İngilizce Türkçe sözlükte anlamı

her
ona

Ona kendi odamı gösterdim. - I showed her my room.

O, ona nerede yaşadığını sordu. - He asked her where she lived.

him
ona

Banka ona 500 dolar ödünç verdi. - The bank lent him 500 dollars.

O, ona bir süveter aldı. - She bought him a sweater.

that
(İnşaat) şu

Karlarla örtülü şu dağa bak. - Look at that mountain which is covered with snow.

Bu iyi bir kitaptır ama şu daha iyidir. - This is a good book, but that one is better.

this
bu
you
sen

Sen olmasaydın, o hâlâ hayatta olacaktı. - If it hadn't been for you, he would still be alive.

Artık seni sevmiyorum. - I don't like you anymore.

it
ona
our
bizim

Bizim ana dilimiz Japoncadır. - Our native language is Japanese.

Tazelik bizim önceliğimizdir. - Freshness is our top priority.

somebody
birisi

Birisi telefona cevap verebilir mi? - Can somebody answer the phone?

Onun bir gün birisi olacağından eminim. - I'm sure he's going to be somebody someday.

you
siz

Siz burada bir öğretmen misiniz yoksa bir öğrenci misiniz? - Are you a teacher or a student here?

Merhaba, siz Bay Ogawa mısınız? - Hello, are you Mr Ogawa?

somebody
{i} biri

Olabildiğince tuhaf, o ölü olduğu söylenilen biriyle karşılaştı. - As strange as it may be, he met with somebody who is said to be dead.

Biri bu tabağı kırdı. - Somebody has broken this dish.

us
biz
someone
birisi

Birisinin kapıyı çaldığını duydum. - I heard someone knock on the door.

Birisi onun kolundan tuttuğunda o korkudan çığlık attı. - She screamed with horror as someone took hold of her arm.

that
o
that
bağlaç ki
his
onun

Onun adı Tomoyuki Ogura. - His name is Tomoyuki Ogura.

Bu John'dur ve o da onun biraderidir. - This is John and that is his brother.

them
onlara

Sosyal ağlarda hırsızlar, sahteciler, sapıklar veya katiller olabilir. Güvenliğiniz için, onlara inanmamalısınız. - There may be thieves, fakers, perverts or killers in social networks. For your security, you shouldn't believe them.

Eğer yapmadığım bir şey için ailem beni cezalandırdıysa , onlara doğruları söylerdim ve benim masumiyetle ilgili onları ikna etmeye çalışırdım. - If my parents punished me for something I didn't do, I would tell them the truth and try to convince them of my innocence.

that
conj. şu
me
bana
that
{z} (çoğ. those)
us
bizi
them
onlar

Takımımız beyzbolda onları 5-0 mağlup etti. - Our team defeated them by 5-0 at baseball.

The Network'ün kasım meselesinde görünen raporunun 70 kopyasını üretmek ve onları ajanlarımıza dağıtmak mümkün mü? - Is it possible to reproduce 70 copies of your report which appeared in the November issue of The Network and distribute them to our agents?

your
sizin

Ben dün sizin babanıza rastladım. - I bumped into your dad yesterday.

Geçen sene Bayan Kato sizin öğretmeniniz miydi? - Was Ms. Kato your teacher last year?

my
benim
it
o
this
{s} (çoğ. these) bu
that
bu kadar

Bugünlük bu kadar yeter. - That's enough for today!

Bu kadarı yeter. Ben artık istemiyorum. - That's enough. I don't want any more.

ones
birileri
my
(İnşaat) benim N
his
eril onun
that
(sıfat) öteki
that
Keşke

Keşke o gitarı alabilsem. - I wish I could buy that guitar.

Keşke onunla gidebilseydim. - I regret that I couldn't go with her.

that
(bağlaç) şu, o, ki, diye, için
her
o
him
o
him
kendine

Bazen büyük babam kendi başına bırakıldığında, kendi kendine konuşur. - Sometimes my grandfather talks to himself when left alone.

O, aynada kendine bakmadı mı? - Hasn't he looked at himself in a mirror?

something
birşey

Bu öğleden sonra Tom'un birşeyler yapmasına yardım edeceğim. - I'm going to help Tom do something this afternoon.

Yarın sabah Tom'un birşeyler yapmasına yardım etmeliyim. - I have to help Tom do something tomorrow morning.

their
onların

Yağmur nedeniyle onların gezisi ertelendi. - Their trip has been cancelled due to rain.

Onların konuşmaları devam etti. - Their conversation went on.

this
böylesine

Böylesine loş bir odada çalışmak imkansızdır. - It's impossible to work in a room this dim.

Böyle bir yerde böylesine güzel bir yer bulacağımı asla beklemiyordum. - I never expected to find such a nice hotel in a place like this.

her
onun

Onunla kahve dükkanında buluşmaya söz verdi. - He promised to meet her at the coffee shop.

Onun elleri buz kadar soğuktu. - Her hands were as cold as ice.

US
amerika
me
aman!
this
bu kadar

Bu kadar uzun bir zamandan sonra bu şarkıyı İşitmek gerçekten eski zamanları geri getiriyor. - Hearing this song after so long really brings back the old times.

Asla tekrar bu kadar geç kalma. - Never be this late again.

that
{s} öteki

Bu araba ötekinden daha iyi bir çalışmaya sahip. - This car has a better performance than that one.

her
kendine

O, sırrı kendine sakladı. - She kept the secret to herself.

O kendi kendine mırıldanıyor. - She is muttering to herself.

her
onu

Onunla kahve dükkanında buluşmaya söz verdi. - He promised to meet her at the coffee shop.

Onunla kahve dükkanında buluşmaya söz verdi. - She promised to meet her at the coffee shop.

her
dişil onun
her
{z} dişil onu; ona; ondan; onun: He loves her. Onu seviyor. He looked at her. Ona baktı. They hated her. Ondan nefret ettiler. It pleased
her
kendisi

Kendisini ateşle ısıttı. - She warmed herself by the fire.

Yeni bir araba satın alması için babasına baskı yaptığında Catherine'nin bir art niyeti vardı; O, arabayı kendisinin sürebileceğini umuyordu. - Catherine had an ulterior motive when she urged her father to buy a new car. She hoped that she'd be able to drive it herself.

her
ondan

O ondan daha akıllıdır. - He's smarter than her.

Seni ondan daha çok seviyorum. - I love you more than her.

her
dişil onu
him
onu

Onunla kahve dükkanında buluşmaya söz verdi. - She promised to meet him at the coffee shop.

Onunla kahve dükkanında buluşmaya söz verdi. - He promised to meet him at the coffee shop.

him
kendi

Kendisine Fransızca öğretti. - He taught himself French.

O, çocuklarını kendi etrafına topladı. - He gathered his children around him.

my
vay!
my
{z} benim. ünlem O, ...! (Hayret belirtmek için kullanılır.): My, my, how nice you look! O, bu ne güzellik böyle!
somebody
bir kimse
something
biraz

O, oryantal sanatında birazcık uzmandır. - He is something of an expert on oriental art.

Tom Mary'den yiyecek bir şey alabilmesi için biraz para istedi. - Tom asked Mary for some money so he could buy something to eat.

that
böyle

Allah'a inanan kim böyle bir şey yapardı? - Who that believes in God would do such a thing?

Onun böyle güzel bir teklifi reddetmesine şaşırdım. - I am surprised that she refused such a good offer.

that
{z} o, şu: Did you see that? Onu gördün mü? This is a verbena and that's a lantana. Bu mineçiçeği, o da ağaçminesi. After That cat has been up to O kedi yine marifetini göstermiş
that
için

O, geçen yıl o şirket için çalışmaya başladı. - He began to work for that company last year.

Bu, bir kişi için küçük bir adımdır ama insanlık için dev bir sıçramadır. - That's one small step for man, one giant leap for mankind.

that
diye

Herkes işitebilsin diye lütfen yüksek sesle oku. - Please read it aloud so that everyone can hear.

Ek olarak yaşlılar birbirleriyle sosyalleşebilsin ve Amerikan hayatının aktif üyeleri olarak kalabilsinler diye birçok topluluk kurulmuştur. - In addition many groups have been formed so that the elderly can socialize with one another and remain active participants in American life.

them
onları

Onların hepsi sadece kızları götürmek için buradalar. - All of them are just here to pick up girls.

Takımımız beyzbolda onları 5-0 mağlup etti. - Our team defeated them by 5-0 at baseball.

you
sana

Bu kitabı sana vereceğim. - I will give you this book.

Sana küçük bir şey getirdim. - I've brought you a little something.

his
zam onunki
my
ünl
my
vay be!
my
million years
my
Aman! Olur şey değil Hayret!
my
vay canına!
my
hayret
my
vay be
something
falan

Neden parka falan gitmiyoruz? - Why don't we go to the park or something?

Sen bir polis falan mısın? - Are you a cop or something?

something
{i} önemli bir şey

Sana önemli bir şey söylemek üzereyim. - I'm about to tell you something important.

Tom Mary'ye önemli bir şey söylemek istedi. - Tom wanted to tell Mary something important.

that
in that mademki
that
O that
us
amerika birleşik devletleri
something
bir parça şey
her
kendi

Ona kendi odamı gösterdim. - I showed her my room.

Yumi oraya kendi gitti. - Yumi went there by herself.

his
eril onunki
it
ebe (oyunda)
it
(Bilgisayar) bilişim
it
ebe (oyunlarda)
it
cinsel ilişki
this
(Bilgisayar) belirtilen
something
olağanüstü bir şey

Olağanüstü bir şey görmek istiyor musun? - Do you want to see something extraordinary?

her
(dişil) onu
him
(eril) onu
his
(eril) onun
it
(oyunda) ebe
it
onu
me
beni
me
mi
me
ben
my
aman!
somebody
önemli birisi
something
(hiç yoktan iyi) bir şey
something
bir şey

Sana küçük bir şey getirdim. - I brought you a little something.

Sana küçük bir şey getirdim. - I've brought you a little something.

that
-dığı
that
adl.şu
that
o kadar

Ekvatora yakın dar bir bölgede bulunan, tropik yağmur ormanları o kadar hızlı yok oluyorlar ki 2000 yılına kadar onların % 80 yok olabilir. - The tropical rainforests, located in a narrow region near the equator, are disappearing so fast that by the year 2000 eighty percent of them may be gone.

Havanın o kadar iyi olması tesadüftür. - It is lucky that the weather should be so nice.

that
ki o

Erkek kardeşim okumaya öylesine dalmıştı ki odaya girdiğimde beni farketmedi. - My brother was so absorbed in reading that he did not notice me when I entered the room.

Babam o kadar yaşlıdır ki o çalışamaz. - My father is so old that he can't work.

that
öylesine

Erkek kardeşim okumaya öylesine dalmıştı ki odaya girdiğimde beni farketmedi. - My brother was so absorbed in reading that he did not notice me when I entered the room.

Öylesine sıcak bir gündü ki yüzmeye gittik. - It was such a hot day that we went swimming.

that
-diği(ni)
that
ki
that
-en
that
-diği
that
-dığı(nı)
that
ki onu

O kadar iyi bir kitap ki onu üç kez okudum. - That was so good a book that I read it three times.

Gerçek şu ki onun babası işten dolayı New York'ta yalnız yaşıyor. - The fact is that his father lives alone in New York because of work.

that
-an
that
ki ona

Tom o kadar hızlı yürüyüyordu ki ona yetişemedik. - Tom was walking so fast that we couldn't catch up with him.

Tom dedi ki ona göre Mary, kaybettiği anahtarı John'un nerede bulduğunu biliyormuş. - Tom said that he thought Mary knew where John had found the key she'd lost.

someone
biri

Bir yabancı omzuma arkadan dokundu. Beni başka birisiyle karıştırmış olmalı. - A stranger tapped me on the shoulder from behind. He must have mistaken me for someone else.

Birisi bana içtiğin her sigara ömründen yedi dakika alır dedi. - Someone told me that every cigarette you smoke takes seven minutes away from your life.

something
{i} 1. bir şey: She wants something brighter. Daha frapan renkli bir şey istiyor. Can I get you something to drink? Size içecek bir şey
One's
-nin
You
istediğin
it
(ınformation technology) Bilgi teknolojisi
it
(Bilgisayar) (ınformation Technology - İT) Bilgi Teknolojisi
me
Dear me! Olur şey değil!
me
bana kalırsa
me
bendee
ones
siraye
smb
etmek
smb
konuk olmak
somebody
{i} kimisi
someones
birileri
something
birşeyler

Yarın sabah Tom'un birşeyler yapmasına yardım etmeliyim. - I have to help Tom do something tomorrow morning.

Bu öğleden sonra Tom'un birşeyler yapmasına yardım edeceğim. - I'm going to help Tom do something this afternoon.

that
yaptığı
them
onlardan

Onlardan hiçbirinin kaza geçirmediğini umuyorum. - I hope that none of them got into an accident.

Onlardan kaç tanesinin yardıma ihtiyacı olduğunu bilmiyordum. - He did not know how many of them needed help.

this
böyle

İşte ben İngilizce'yi böyle öğrendim. - This is how I learned English.

Sık sık kendini çalışma odasına kapatır ve böyle şeyler yazar. - He often shuts himself up in the study and writes things like this.

us
bizden
us
bizimle
you
sizden

Ben sizden özür dilemeliyim. - I must beg your pardon.

Sizden henüz bir cevap almadım. - I have received no reply from you yet.

you
sende

Ben senden daha güzelim. - I am more beautiful than you.

Senden oldukça memnunum. - I am pretty pleased with you.

you
sizleri
SB
(Askeri) yedek üs (standby base)
him
His veya Her Imperial Majesty
him
eril onu
his
onunki

Senin çevirini onunkiyle kıyasla. - Compare your translation with his.

Biz onun işini onunkilerle karşılaştırdık. - We compared his work with hers.

his
{z} eril onunki; onun: I don't want his. Onunkini istemiyorum. That dog's his. O köpek onun. Take his outside. Onunkini dışarıya çıkar. s
it
cazibe
it
şahsiyet
it
çekicilik
it
{i} (oyunlarda) ebe
it
ilişki
it
önemli kimse
one's
birinin

Bir dil öğrenmenin geleneksel yolu olsa olsa birinin görev duygusunu tatmin edebilir ama o bir sevinç kaynağı olarak hizmet edemez. Ayrıca muhtemelen başarılı olmayacaktır. - The traditional way of learning a language may satisfy at most one's sense of duty, but it can hardly serve as a source of joy. Nor will it likely be successful.

Birinin ününü sürdürmek zordur. - It is hard to maintain one's reputation.

one's
nin
ones
olan

Modern arabalar birçok yönden eski olanlardan farklıdır. - Modern cars differ from the early ones in many ways.

Eski olanlarının yanı sıra çağdaş Farsça şiirler batı dünyasında bilinmemektedir. - Contemporary Persian poems haven’t been known in west world as well as ancient ones.

s.b
fen fakültesi mezunu
sb
antimon
somebody
{z} biri, birisi, bir kimse: Somebody telephoned you. Biri sana telefon etti. i., k.dili. önemli biri, hatırı sayılır biri
somebody
{i} şahsiyet
somebody
hatırı sayılır kimse
somebody
{i} önemli kimse

Ben önemli kimseyim ve önemliyim. - I am somebody and I am important.

somebody
büyük şahsiyet
somebody
{i} bazısı
somebody
{i} kimse

O onun biri olduğunu düşünüyor ama aslında hiç kimse değil. - He thinks he is somebody, but really he is nobody.

Fransızca anlayan kimseyi arıyorum. - I'm looking for somebody who understands French.

someone
bir kimse

Bugün belirli bir kimse müthiş kırılgan oluyor. - A certain someone is being awfully fragile today.

O, şüpheleneceğin bir kimse değildi. - He wasn't someone you'd suspect.

someone
şahsiyet
someone
kimse

Neden kimseye söylemedin? - Why didn't you tell someone?

Birinin kafasından neler geçtiğini kimse kesin olarak bilemez. - No one ever really knows what's going through someone else's head.

someone
önemli kimse
something
bir şey: She wants something brighter. Daha frapan renkli bir şey istiyor. Can I get you something to drink? Size içecek bir şey
this
işbu
you
seni

İstasyona giderken ben seni geçtim. - I can beat you to the station.

Artık seni sevmiyorum. - I don't love you anymore.

you
sizi

Bu otobüs sizi müzeye götürecek. - This bus will take you to the museum.

Çünkü biz sizi seviyoruz, daha iyi bir kullanıcı deneyimi getirmek için Tatoeba'yı güncelleştiriyoruz. Gördünüz mü? Biz sizi seviyoruz ha? - Because we love you, we are updating Tatoeba to bring you a better user experience. See? We love you huh?

you
size

Size patatesleri haşlayacağım. - I'll boil you the potatoes.

Ben size yardımcı olmaktan mutlu olurum. - I will be glad to help you.

your
senin

Bu senin Japonya'ya ilk ziyaretin mi? - Is this your first visit to Japan?

Geçen sene Bayan Kato senin öğretmenin miydi? - Was Ms. Kato your teacher last year?

Türkçe - Türkçe
(Osmanlı Dönemi) Yaşlılıktan dolayı bunamak
Gabon'da akarsu
SEBE'
(Osmanlı Dönemi) Bir devlet ismi
SEBE'
(Osmanlı Dönemi) (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi
SEBE'
(Osmanlı Dönemi) Bir şahıs adı
SEBE'
(Osmanlı Dönemi) Bir Arab kavminin adı
SEBE' SURESİ
(Osmanlı Dönemi) Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir
Sebe 1
(Kuran) Hamd, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar Kendisinin olan Allah'a mahsustur. O, Hakim'dir, her şeyden haberdardır
Sebe 12
(Kuran) Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık
Sebe 13
(Kuran) Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, haykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar va taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır
Sebe 14
(Kuran) Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı
Sebe 15
(Kuran) Sebelilerin yurtlarında Allah'ın kudretine bir işaret vardır: Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara: "Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O'na şükredin. İşte hoş bir şehir ve bağışlayan bir Rab" denmişti
Sebe 16
(Kuran) Fakat onlar yüz çevirdiler; bunun için Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik
Sebe 17
(Kuran) İşte böylece, inkarlarından ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasına ceza mı veririz?
Sebe 18
(Kuran) Onlarla, kutlu kıldığımız şehirler arasında, karşıdan karşıya görünen kasabalar var etmiş, oraları gezilecek belirli konak yerleri yapmıştık, "Oralarda geceleri ve gündüzleri güven içinde gezin" demiştik
Sebe 19
(Kuran) Ama onlar: "Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzak kıl" deyip kendilerine yazık ettiler. Biz de onları efsane yapıverdik, darmadağın ettik. Doğrusu bunlarda, pek sabreden ve çok şükreden kimseler için dersler vardır
Sebe 2
(Kuran) Yere gireni ve oradan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, merhametlidir,mağfiret sahibidir
Sebe 20
(Kuran) And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı
Sebe 21
(Kuran) Oysa İİblis'in onlar üzerinde bir nüfuzu yoktu; ama Biz ahirete inanan kimselerle ondan şüphede olanları, işte böylece ortaya koyarız. Rabbin her şeyi gözetip koruyandır.*
Sebe 22
(Kuran) De ki: "Allah'ı bırakıp de göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza!
Sebe 23
(Kuran) Allah'ın katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine "Rabbiniz ne söyledi?" diye sorarlar; "Hak söyledi" derler. O, yücedir, büyüktür
Sebe 24
(Kuran) De ki: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?" De ki: "Allah'tır. Öyleyse doğru yolda veya apaçık bir sapıklıkta olan ya biziz ya sizsiniz
Sebe 25
(Kuran) De ki: "İşlediğimiz suçlardan siz sorumlu olmazsınız, sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu olmayız
Sebe 26
(Kuran) De ki: "Rabbimiz sonunda hepimizi toplar, sonra aramızda adaletle hükmeder. Adaletle hükmeden, bilen ancak O'dur
Sebe 27
(Kuran) De ki: "O'na taktığınız ortakları bana gösterin, yoktur ki! O, güçlü olan, Hakim olan Allah'tır
Sebe 28
(Kuran) Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez
Sebe 29
(Kuran) Doğru sözlü iseniz söyleyin bu vaad ne zamandır? derler
Sebe 3
(Kuran) İnkar edenler: "Kıyamet bize gelmeyecektir" dediler. De ki: "Hayır, öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbim'e and olsun ki, o saat size muhakkak gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O'nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap'tadır
Sebe 30
(Kuran) De ki: "Size, bir gün tayin edilmiştir. Ondan bir saat ne geri kalabilirsiniz ne de öne geçebilirsiniz." *
Sebe 31
(Kuran) İnkar edenler: "Bu Kuran'a ve ondan öncekilere inanmayacağız" dediler. Sen bu zalimleri, Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirine atıp dururken bir görsen! Güçsüz sayılanlar, büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık" derler
Sebe 32
(Kuran) Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: "Size doğruluk rehberi geldikten sonra ondan sizi biz mi alıkoyduk? Hayır; zaten suçlu kimselerdiniz" derler
Sebe 33
(Kuran) Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: "Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz" derler. Azabı gördüklerinde, ettiklerine içleri yanar. İnkar edenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?
Sebe 34
(Kuran) Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri, onları: "Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz" diye gelmişlerdir
Sebe 35
(Kuran) Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz derlerdi
Sebe 36
(Kuran) De ki: "Şüphesiz Rabbim rızkı dilediğine genişletir ve bir ölçüye göre verir, fakat insanların çoğu bilmezler."*
Sebe 37
(Kuran) Ey insanlar! Sizi Bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; yalnız, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların yaptıklarına karşılık mükafatları kat kattır; işte onlar, yüksek derecelerde, güven içindedirler
Sebe 38
(Kuran) Ayetlerimizde Bizi aciz bırakmağa yeltenenler, işte onlar, azabla yüz yüze bırakılırlar
Sebe 39
(Kuran) De ki: "Doğrusu Rabbim, kullarından dilediğinin rızıkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir; sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar, çünkü O rızık verenlerin en hayırlısıdır
Sebe 40
(Kuran) Allah bir gün onların hepsini diriltip toplar, sonra meleklere: "Bunlar mı size tapıyordu?" der
Sebe 41
(Kuran) Melekler: "Haşa, bizim dostumuz onlar değil, Sensin. Hayır; onlar bize değil cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı" derler
Sebe 42
(Kuran) Zalimlere: "Yalanladığınız ateşin azıbını tadın, bugün birbirinize ne fayda ve ne de zarar verebilirsiniz" deriz
Sebe 43
(Kuran) Ayetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman: " Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor" derlerdi. "Bu Kuran düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir" derlerdi. Hak, inkar edenlere geldiğinde, onun için: "Bu apaçık bir büyüdür" demişlerdi
Sebe 44
(Kuran) Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik
Sebe 45
(Kuran) Kendilerinden önce gelenleri de yalanlamışlardı; oysa bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine bile erişememişlerdi. Böyleyken peygamberlerimizi yalanladılar; Beni inkar etmek nasıl olur? *
Sebe 46
(Kuran) De ki: "Size tek bir öğüdüm vardır: Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki arkadaşınızda bir delilik yoktur. O yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi uyarmaktadır
Sebe 47
(Kuran) De ki: "Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; benim ecrim Allah'a aittir. O her şeye şahiddir
Sebe 48
(Kuran) De ki: "Görünmeyenleri en iyi bilen Rabbim, batılı hak ile ortadan kaldırır
Sebe 49
(Kuran) De ki: "Hak geldi; artık batıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir
Sebe 50
(Kuran) De ki: " Ben sapıtırsam, sapıtmakla ancak kendime etmiş olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır
Sebe 53
(Kuran) Oysa onu daha önce inkar etmişler, uzak bir yer olan dünyadan görünmeyene dil uzatmışlardı
Sebe 54
(Kuran) Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel konur; nitekim, daha önce, kendilerine benzeyenlere de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler. *
Sebe 6
(Kuran) Kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu, güçlü ve hamde layık olanın yolunu gösterdiğini bilirler
Sebe 9
(Kuran) Önlerinde ve ardlarında olan göğü ve yeri görmezler mi? Dilesek onları yere geçirir veya göğün bir parçasını başlarına indiririz. Bunlarda, Allah'a yönelen her kul için dersler vardır. *
HER
(Osmanlı Dönemi) f. Bütün, hep, tamamen
HER
Tekil isimlere tamlayan görevinde getirilerek birer birer olarak, "...-in hepsi" anlamını verir: "Bir hafta, her gece çalışmak suretiyle hikâyesini bitirdi."- H. E. Adıvar
His
(Osmanlı Dönemi) VAKŞ
His
(Osmanlı Dönemi) RUH
HÎS
(Osmanlı Dönemi) Arslan yatağı
his
Duyu
his
Duygu: "Birisi duygularına, hislerine kulak verir, öteki hile ve desise seslerine ..."- B. Felek
his
Sezgi, sezme
his
Duyu. Sezgi, sezme
his
Duygu
it
Köpek
it
Terbiyesiz kimse
me
Göz
HÎS
(Osmanlı Dönemi) Meşelik
HİM
(Osmanlı Dönemi) Deveye ârız olan susuzluk hastalığı
HİM
(Osmanlı Dönemi) Kürtçede: Temel, esas
her
Tekil isimlere tamlayan görevinde getirilerek birer birer olarak, "...-in hepsi" anlamını verir
him
Bina temeli
him
Eskiden, Bingazi ve Trablusgarp'tan alınan bir çeşit vergi
him
Derinlemesine eşilen ve duvar örülen çukur
it
Köpek: "İt ürür, kervan yürür."- Atasözü
it
Değersiz, terbiyesiz kimse
it
Değersiz, terbiyesiz kimse: "Babaları da zaten itin biri."- H. Taner
me
Koyun, kuzu gibi hayvanların çıkardığı ses
me
Evrenin tasarlandığı gibi işlemesini sağlayan kutsal kurallar ve düzenlemeler
me
Koyun, kuzu gibi hayvanların çıkardığı ses: "Kara koyun kuzular kuzulamaz / Me deme."- F. H. Dağlarca
me
Eylemleri olumsuz yapmakta kullanılan ek
me
Türk alfabesinin on altıncı harfinin adı, okunuşu
sb
Antimon elementinin simgesi
İngilizce - İngilizce
southeast by east
the compass point that is one point east of southeast
ME
Medical examiner, or coroner
ME
Montreal Exchange, a futures and derivatives exchange (formerly also a stock exchange)
ME
Maine, a state of the United States of America
ME
Middle English
MY
Motor Yacht - diesel-driven yacht
SB
傻屄 literally "stupid pussy"
SB
season best (this season's personal best)
SB
The statistic reporting the number of stolen bases
SB
sideband
her
The form of she used after a preposition or as the object of a verb; that woman, that ship, etc

The lady with the green feathers in her hat. A big Gainsborough hat. I am quite sure it was Miss Hartuff..

her
Belonging to her

This is her book.

him
he when used after a preposition or as the object of a verb

She treated him for a cold (direct object).

his
That which belongs to him; the possessive case of he, used without a following noun

The decision was his to live with.

his
Used erroneously in place of ’s after a noun, especially a masculine noun ending in s, to express the possessive case

Ahab his mark for Ahab's mark.

his
Belonging to him

This is his book.

it
most fashionable

With Hit Girl, Moretz is this year's It Girl, alternately sweet, savage and scary.

it
The impersonal pronoun, used as a placeholder for a delayed subject, or less commonly, object. (known as the dummy pronoun)

He saw to it that everyone would vote for him.

it
Used to refer to oneself when identifying oneself, often on the phone, but not limited to this situation

It's me. John.

it
The person or people who chase and try to catch the other players in the playground game of tag

In the next game, Adam and Tom will be it….

it
Italian
it
The game of tag itself

Let's play it at breaktime.

it
The impersonal pronoun, used without referent as the subject of an impersonal verb or statement. (known as the dummy pronoun or weather it)

It’s lonely without you.

it
Italy
it
The third-person singular personal pronoun used to refer to a non-human entity, to an inanimate thing with no or unknown sex or gender

Take each day as it comes.

it
The third-person singular personal pronoun used to refer to a human entity of unknown sex or gender

She took the baby and held it in her arms.

me
As the complement of the copula (“be”, “is”)

It wasn't me.

me
As the object of a preposition

Come with me.

me
As the direct object of a verb

Can you hear me?.

me
As the subject of a verb, used with and

Me and my friends played a game.

me
Preceding a noun, marking ownership

Wilfred Owen (1893–1918), The Letter - And give us back me cigarette!.

me
As a reflexive direct object of a verb
me
As the subject of a verb, used without and
me
As a reflexive indirect object of a verb; the ethical dative
me
As the indirect object of a verb

He gave me this.

my
Belonging to me

I recognised him because he had attended my school.

one's
belonging to one
our
Belonging to us; of us

Paying no attention to Lizzy, Mrs. Gibson began calling out our names in alphabetical order.

our
Of, from, or belonging to the nation, region, or language of the speaker

Thirdly, I continue to attempt to interdigitate the taxa in our flora with taxa of the remainder of the world.

our
used before a person's name to indicate that the person is in one's family, or is a very close friend

I'm going to see our Terry for tea.

s.o.
significant other
s.o.
someone
somebody
A recognised person, a celebrity

I'm tired of being a nobody - I want to be a somebody.

somebody
Some unspecified person
somebody's
Contraction of somebody is
somebody's
Contraction of somebody has
somebody's
Possessive case of somebody
someone
some person

Is someone there?.

someone's
The possessive adjective for someone
someone's
someone is
someone's
someone has
something
An uncertain or unspecified thing; one thing

I have a feeling something good is going to happen today.

something
A talent or quality that is difficult to specify

She has a certain something.

something
An object whose name is forgotten by, unknown or unimportant to the user, e.g., from words of a song. Also used to refer to an object earlier indefinitely referred to as 'something' (pronoun sense)

She wiped something with a cloth, wiped at the wall shelf, and put the something on it, clinking glass.

something
To a high degree
something
A quality to a moderate degree

The performance was something of a disappointment.

something
Applied to an action whose name is forgotten by, unknown or unimportant to the user, e.g. from words of a song

Oh how we somethinged on the hmmm hmm we were wed. Dear, was I ever on the stage?”.

something
an important person; a somebody

He looks a something behind that big desk.

something
Somebody or something who is superlative in some way

She's really something. I can't believe she would do such a mean thing.

something
Having a characteristic that the speaker cannot specify
that
So, so much; very

I did the run last year, and it wasn't that difficult.

that
indeed

That it is.

that
Which, who

I like the song that you wrote.

that
That thing

That was an interesting example.

that
To a given extent or degree; particularly

I'm just not that sick.

that
The (thing) being indicated (at a distance from the speaker, or previously mentioned, or at another time)

That battle was in 1450.

that
Connecting noun clause (as involving reported speech etc.)

He told me that the book is a good read.

that
Connecting a subordinate clause indicating purpose

He must die that others might live.

their
Belonging to them

This is probably their cat.

their
Belonging to someone of unknown gender
them
Third personal plural pronoun used after a preposition or as the object of a verb

She treated them for a cold. (direct object).

them
Third person singular pronoun of indeterminate or irrelevant gender

If there be found among you, within any of thy gates which the LORD thy God giveth thee, man or woman, that hath wrought wickedness in the sight of the LORD thy God, in transgressing his covenant, nd hath gone and served other gods, and worshipped them, either the sun, or moon, or any of the host of heaven, which I have not commanded; nd it be told thee, and thou hast heard of it, and enquired diligently, and, behold, it be true, and the thing certain, that such abomination is wrought in Israel: hen shalt thou bring forth that man or that woman, which have committed that wicked thing, unto thy gates, even that man or that woman, and shalt stone them with stones, till they die.

them
those

Them kids need to grow up.

this
The (thing) here

This classroom is where I learned to read and write.

her
High Efficiency Red
her
adv: here 32
them
In non-standard spoken English, them is sometimes used instead of `those'. `Our Billy doesn't eat them ones,' Helen said
her
The hard error rate is the frequency of errors caused by permanent physical defect in the memory system The hard error rate is usually much lower than the soft error rate
her
Sah'english | adronato
her
her WEAK STRONG Her is a third person singular pronoun. Her is used as the object of a verb or a preposition. Her is also a possessive determiner
her
You use her to refer to a woman, girl, or female animal. I went in the room and told her I had something to say to her I really thought I'd lost her. Everybody kept asking me, `Have you found your cat?' Her is also a possessive determiner. Liz travelled round the world for a year with her boyfriend James
her
pron. specific female; possessive form of she
her
Of them; their
it
Information Technology This is the name of the group of computer professionals in your company that manage the software, hardware, Internet, and e-mail systems In previous years known as Computer Systems, Computer Support, etc
our
You use our to indicate that something belongs or relates both to yourself and to one or more other people. We're expecting our first baby I locked myself out of our apartment and had to break in
our
pron. belonging to us
our
Our is the first person plural possessive determiner
our
A speaker or writer sometimes uses our to indicate that something belongs or relates to people in general. We are all entirely responsible for our actions, and for our reactions
someone
If you say that a person is someone or somebody in a particular kind of work or in a particular place, you mean that they are considered to be important in that kind of work or in that place. `Before she came around,' she says, `I was somebody in this town'. be someone to be or feel important
someone
{i} person, human, human being
that
to such a degree
that
singular and at a distance from the speaker
that
{s} pronoun used to indicate a specific person or thing
that
conj. in order for
that
As a relative pronoun, that is equivalent to who or which, serving to point out, and make definite, a person or thing spoken of, or alluded to, before, and may be either singular or plural
that
As a demonstrative pronoun pl
that
(pro ) mot, moht; rU, roo
that
pron. pronoun used to indicate a specific person or thing
that
That, as a demonstrative, may precede the noun to which it refers; as, that which he has said is true; those in the basket are good apples
them
dem
Them
him

Daphnis has forgotten me. He is dreaming of marrying some wealthy maiden. Ah! Why did I make him swear by his goats instead of by the Nymphs! He has forgotten them as he has forgotten me. - Daphnis has forgotten me. He is dreaming of marrying some wealthy maiden. Ah! Why did I make him swear by his goats instead of by the Nymphs! He has forgotten them as he has forgotten me.

them
You use them instead of `him or her' to refer to a person without saying whether that person is a man or a woman. Some people think this use is incorrect. It takes great courage to face your child and tell them the truth
them
pron. those people (3rd person)
our
Of or pertaining to us; belonging to us; as, our country; our rights; our troops; our endeavors
that
As an adjective, that has the same demonstrative force as the pronoun, but is followed by a noun
them
The objective case of they
them
You use them to refer to a group of people, animals, or things. Kids these days have no one to tell them what's right and wrong His dark socks, I could see, had a stripe on them
them
them WEAK STRONG Them is a third person plural pronoun. Them is used as the object of a verb or preposition
our
See - or
her
{p} belonging to a female or woman
me
{p} the objective case of I
our
{p} pertaining or relating to us
somebody
{n} an indiscriminate person, a person of not
something
{a} rather
something
{n} more or less, part
that
{c} because

You will suffer because of that. - You'll suffer because of that.

You'll suffer because of that. - You will suffer because of that.

that
{p} which, who, the thing
their
{p} plural of them
them
{p} plural the oblique case of they
this
{p} that which is present or near
that
Those, that usually points out, or refers to, a person or thing previously mentioned, or supposed to be understood
it
The branch of engineering that deals with the use of computers and telecommunications to retrieve and store and transmit information, information technology, infotech
Him
Pronoun when referring to God
Him
tis
His
Belonging to God
ME
region located between the eastern Mediterranean and India
ME
ME is a long-lasting illness that is thought to be caused by a virus. Its symptoms include feeling tired all the time and muscle pain. ME is an abbreviation for `myalgic encephalomyelitis'. = chronic fatigue syndrome, CFS. me WEAK STRONG A speaker or writer uses me to refer to himself or herself. Me is a first person singular pronoun. Me is used as the object of a verb or a preposition. He asked me to go to Cambridge with him She looked up at me, smiling. the written abbreviation for Maine. pron. Me Nam River forget me not Messerschmitt 109 Me 109 touch me not
ME
form of the English language which was used from c.1100 to c.1500, language of Chaucer
ME
state in the eastern United States
Their
tin
US
uk
her
Her is sometimes used to refer to a country or nation. Her is also a possessive determiner. Our reporter looks at reactions to Britain's apparently deep-rooted distrust of her EU partner
her
adj [{referring to something that belongs to a female} (This is ~ book )] punya dia (dia) 2 pron [{object pron referring to a female} (Please give ~ this letter )] dia
her
Herpa 1: 43 resin Germany
her
In written English, her is sometimes used to refer to a person without saying whether that person is a man or a woman. Some people dislike this use and prefer to use `him or her' or `them'. Talk to your baby, play games, and show her how much you enjoy her company. Her is also a possessive determiner. The non-drinking, non smoking model should do nothing to risk her reputation
her
The form of the objective and the possessive case of the personal pronoun she; as, I saw her with her purse out
her
le
him
The objective case of he
him
Him is a third person singular pronoun. Him is used as the object of a verb or a preposition
him
pron [{object pron referring to a male} (Please give ~ this letter )] dia
him
You use him to refer to a man, boy, or male animal. John's aunt died suddenly and left him a surprisingly large sum Is Sam there? Let me talk to him My brother had a lovely dog. I looked after him for about a week
him
pron. specific male; to a specific male
him
he, her
him
pron: him, it 45
him
Health Information Management
him
In written English, him is sometimes used to refer to a person without saying whether that person is a man or a woman. Some people dislike this use and prefer to use `him or her' or `them'. If the child sees the word `hear', we should show him that this is the base word in `hearing' and `hears'. Her (or His) Imperial Majesty
his
poss pron 3 sg masc /neut his; its [OE his]
his
The possessive of he; as, the book is his
his
Belonging or pertaining to him; used as a pronominal adjective or adjective pronoun; as, tell John his papers are ready; formerly used also for its, but this use is now obsolete
his
{Hospital Information Services}- A committee and support staff found at the Watchtower Bible and Tract Society This committee oversees the HLC function worldwide
his
pron. belonging to a specific male
his
You use his to indicate that something belongs or relates to a man, boy, or male animal. Brian splashed water on his face, then brushed his teeth He spent a large part of his career in Hollywood The dog let his head thump on the floor again. His is also a possessive pronoun. Anna reached out her hand to him and clasped his
his
Hospital information system A system that provides the information management features that hospitals need for daily business Typically includes patient tracking, billing and administrative programs and also may include clinical features
his
pron: his 46
his
Honeywell Information Services, an EDP division (later subsidiary) of Honeywell
his
Hospital Information System The introduction of systems to integrate and communicate computer-held information for patient care and the management of a hospital
his
Hospital Information System
his
Hospital information system Typically used to describe hospital computer systems with functions like patient admission and discharge, order entry for laboratory tests or medications, and billing functions See also: Electronic medical record
his
his His is a third person singular possessive determiner. His is also a possessive pronoun
his
Mah'english | adronato
his
– Refer to Human Interface Station
his
Implemented to reduce cost, increase information availability, improve medical research, and reduce waste
his
In written English, his is sometimes used to refer to a person without saying whether that person is a man or a woman. Some people dislike this use and prefer to use `his or her' or `their'. Formerly, the relations between a teacher and his pupils were dominated by fear on the part of the pupils His is also a possessive pronoun. The student going to art or drama school will be very enthusiastic about further education. His is not a narrow mind, but one eager to grasp every facet of anything he studies. Used to indicate the one or ones belonging to him: If you can't find your hat, take his
it
Information Technology Computer-aided information processing
it
information technology TI
it
Information Technology
it
As a demonstrative, especially at the beginning of a sentence, pointing to that which is about to be stated, named, or mentioned, or referring to that which apparent or well known; as, I saw it was John
it
Information Technology Sometimes used as a synonym for the computer professionals in an organization Also sometimes known as IS (Information Systems) or DP (Data Processing)
it
Information Technology Former name of Information and Educational Technology
it
Information Technologies Usually refers to the computer department in a business or office building In Mifflin County, the IT department oversees the MIS and GIS departments
it
As a substance for any noun of the neuter gender; as, here is the book, take it home
it
Short form meaning Information Technology
it
As an indefinite nominative for a impersonal verb; as, it snows; it rains
it
The management of data, particularly within the enterprise Also referred to as MIS ( Management Information Services) or plain IS (Information Services )
it
-Information Technology Often refers to use of technology in general See IS
it
Common abbreviation for the generic term "information technology" used to describe any aspect of computing and networking
it
pron. used to indicate something of uncertain gender (animal, object, abstraction, etc.) which has not yet been mentioned or has just been mentioned; used to indicate an action; used as a subject without an agent
it
Information technologies
it
Instructional Technology or Information Technology; ITC workshops that focus on networking and hardware mechanics
it
The hardware and software which enable collection, storage and manipulation of data IT is an abbreviation of information technology
it
Short for Information Technology, it is concerned with all aspects of managing and processing information
it
Information Technology Directorate (FEMA)
it
Information Technology; used to describe the computerised systems in use by Fund
it
Information Technology - see ICT
it
"it" is poker terminology "It" usually refers to the largest amount anyone has yet bet in a round If someone opens for $5, and the next player raises $10, they're "making it $15 " With the exception of all-in players, if a player wants to see the next round, eventually they have to match whatever "it" is "It" can also mean the amount required to call So if someone bets $5 and two other players each raise $5 in the same betting round, they may ask "what's it to me?" The correct answer is, "Pay attention "
it
As a substitute for such general terms as, the state of affairs, the condition of things, and the like; as, how is it with the sick man? As an indefinite object after some intransitive verbs, or after a substantive used humorously as a verb; as, to foot it i
it
The neuter pronoun of the third person, corresponding to the masculine pronoun he and the feminine she, and having the same plural (they, their or theirs, them)
it
Information Technology - a term that encompasses all forms of technology used to create, store, exchange, and use information in its various forms (business data, voice conversations, still images, motion pictures, multimedia presentations, etc )
it
– Information Technology Processing information by computer The latest title for the information processing industry
it
Short for information technology, the science of managing and processing information systems Because computers are the central components in these systems, IT is usually used as shorthand for computer skills in general
me
Myalgic Encephalitis
me
Mercury
me
Rules of divine authority which the gods use to ensure the universe functions
me
a state in New England
me
mean error
me
According to symbolic interactionism, the image of self seen in the looking glass of other people's reactions; the self's generalized other
me
A piratical way to say, "my"
me
ari Me-nashi - one eye against no eye
me
The person speaking, regarded as an object; myself; a pronoun of the first person used as the objective and dative case of the pronoum I; as, he struck me; he gave me the money, or he gave the money to me; he got me a hat, or he got a hat for me
me
Mechanical Entities
me
See Men, pron
me
One
me
me is a constant that can be used to refer to the first hero in your party (hero zero) in any command that takes a hero number as an argument
me
pron. first person in objective case
me
Market Equity Market equity (size) is price times shares outstanding Price is from CRSP, shares outstanding are from Compustat (if available) or CRSP
me
Whatever I appear to be
me
Methyl
me
Middle-earth
me
Mobile Equipment Also known as Mobile Unit (MU)
me
Missionary Enrichment Conference (summer)
me
mine (first person possessive)
me
maintenance test flight evaluator
me
pron: me 1
me
Management Entity
me
Mobile Equipment E g a mobile phone
my
My is the first person singular possessive determiner
my
Used to express surprise, shock or amazement
my
{ü} oh my!, goodness!, oi! (expression of surprise or dismay)
my
Of or belonging to me; used always attributively; as, my body; my book; mine is used in the predicate; as, the book is mine
Türkçe - İngilizce

sebe teriminin Türkçe İngilizce sözlükte anlamı

her
every

Do you study English every day? - Her gün İngilizce çalışıyor musun?

Don't worry, everything will be OK. - Üzülmeyin, her şey düzelecek.

his
feeling

Are you feeling under the weather? - Kendini kötü hissediyor musun?

I'm feeling a lot better. - Çok daha iyi hissediyorum.

it
dog
his
sensation

I can't feel anything in my left foot; there's no sensation at all. - Ben sol ayağımda bir şey hissedemiyorum; hiç duygu yok.

I have a prickling sensation in my left eye. - Benim sol gözümde bir karıncalanma hissi var.

his
sense

The police officer on duty sensed an elderly man coming up behind him. - Görevli memur arkasından yaşlı bir adamın geldiğini hissetti.

She must have sensed something odd. - Garip bir şey hissetmiş olmalı.

his
{i} feel

Do you feel any pain in your stomach? - Karnında herhangi bir acı hissediyor musun?

I'm feeling a lot better. - Çok daha iyi hissediyorum.

her
any

Open an image and select an image layout. Click Open for opening an image. Click Quit for quitting the program. Image Layout feature allows you to view in any layout. - Bir resim açın ve bir resim düzeni seçin. Bir resim açmak için Aça tıklatın. Programdan çıkmak için Çıkışı tıklatın. Resim Düzeni özelliği herhangi bir düzende göstermenize olanak tanır.

Can you see anything in there? - Orada herhangi bir şey görebiliyor musun?

her
(Askeri) each

Each person paid one thousand dollars. - Her biri bin dolar ödedi.

The president appointed each man to the post. - Genel müdür her bir adamı görevine atadı.

her
all

Can you see anything at all there? - Orada herhangi bir şey görebiliyor musun?

Bill is honest all the time. - Bill her zaman dürüsttür.

her
pan

Pandas spend at least 12 hours each day eating bamboo. - Pandalar her gün en az 12 saati bambu yiyerek geçirirler.

Tom came into the living room, not wearing any pants. - Tom herhangi bir pantolon giymeden oturma odasına girdi.

her
omni

How many omnivorous children are patients in hospital? - Hastanede her şeyi yiyen kaç çocuk hasta var?

Only God can safely be omnipotent. - Sadece Tanrı güvenle her şeye gücü yeter olabilir.

his
emotion

It's okay to feel emotions. - Duyguları hissetmek iyidir.

If we let our reasoning power be overshadowed by our emotions, we would be barking up the wrong tree all the time. - Muhakeme gücümüzün hislerimiz tarafından gölgelenmesine izin verirsek her zaman yanlış ağaca havluyor oluruz.

us
{i} mind
Her
ladyship
her
per

Everyone has the right to rest and leisure, including reasonable limitation of working hours and periodic holidays with pay. - Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, bilhassa çalışma müddetinin makul surette sınırlandırılmasına ve muayyen devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır.

Each person paid one thousand dollars. - Her biri bin dolar ödedi.

it
{f} thrust
us
{i} sense
her
every single

I think about that every single day. - Her gün onu düşünürüm.

Tom does this every single time. - Tom bunu her zaman yapar.

her
soever
her
(Bilgisayar) recur every
her
(Bilgisayar) refresh every
her
(Bilgisayar) for all

That dispute has been settled once and for all. - O tartışma bir zamanlar karara bağlandı ve herkes için.

For all his genius, he is as unknown as ever. - Bütün dehasına rağmen, o her zaman olduğu kadar bilinmiyor.

her
(Bilgisayar) start every
her
either

Either way will lead you to the station. - Her iki yol da seni istasyona götürecektir.

Do you know either of the two girls? - İki kızın her birini tanıyor musun?

his
perception

Do you believe in extrasensory perception? - Altıncı hisse inanıyor musun?

his
instinct

I wonder if I should trust my instincts. - Hislerime güvenmem gerekip gerekmediğini merak ediyorum.

it
lower
it
scoundrel
sb
(Kimya) symbol of antimony
her
whatever

I'll do whatever you want me to do. - Ben senin yapmamı istediğin her şeyi yapacağım.

He believes whatever I say. - O, söylediğim her şeye inanır.

her
whoever

Give it to whoever wants it. - Onu her kim isterse ona ver.

Whoever finds the bag must bring it here. - Her kim çantayı bulursa onu buraya getirmelidir.

his
sentiment

Tom couldn't help but feel sentimental. - Tom duygusal hissetmekten kendini alamadı.

his
cutaneous sensation
it
{f} jog
it
dig into
it
{f} shove
it
{f} pushing
it
pooch
it
bastard
it
push
us
reason
me
Baa. Sheep's bleat, the sound a sheep makes
us
mınd
Sb
(abbr. for subay) mil. Off. (Officer)
her
every; each
his
feeling; emotion; sensation; sense
his
a sense (one of the five senses)
his
chord
his
(a) feeling; (an) emotion
his
sensation, feeling
his
consciousness
it
mutt
it
cur
it
vulg. son of a bitch, bastard
it
dog; blackguard, scoundrel, cur, rascal, rogue, bastard, son of a bitch/gun
us
{i} senses