Определение birlikte в Турецкий язык Английский Язык словарь
- together
They knew they must fight together to defeat the common enemy.
- Ortak düşmanı yenmek için birlikte dövüşmek zorunda olduklarını biliyorlardı.
They agreed to work together.
- Birlikte çalışmayı kabul ettiler.
- with
Everyone has the right to own property alone as well as in association with others.
- Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olma hakkına sahiptir.
Come along with us if you like.
- Eğer istiyorsan bizimle birlikte gelebilirsin.
- joint
We run the store jointly.
- Biz mağazayı birlikte çalıştırıyoruz.
- along with
He went along with her.
- O, onunla birlikte gitti.
Come along with us if you like.
- Eğer istiyorsan bizimle birlikte gelebilirsin.
- shoulder
- unison
- in tandem
- in tandem with
- associate
- (Politika, Siyaset) concomitantly
- (deyim) be hand in hand
- in company with
He came in company with his mother.
- Şirkete annesiyle birlikte geldi.
- shared
Fadil asked Dania to live with him in the house he shared with his grandmother.
- Fadıl, Dania'dan büyükannesi ile paylaştığı evde birlikte yaşamasını istedi.
- along
Go along with the crowd.
- Kalabalık ile birlikte gidin.
Tom and Mary argue a lot, but they still get along quite well together.
- Tom ve Mary çok tartışırlar ama yine de birlikte oldukça iyi geçinirler.
- common
They knew they must fight together to defeat the common enemy.
- Ortak düşmanı yenmek için birlikte dövüşmek zorunda olduklarını biliyorlardı.
They had been working together for common interests.
- Ortak çıkarları için birlikte çalışmaktaydılar.
- conjunction
Bribes are something that arises in conjunction with power organizations.
- Rüşvet güç örgütleri ile birlikte ortaya çıkan bir şeydir.
- (Ticaret) combination
- collective
- ideally
- (deyim) go hand in hand
- along way off
- in a body
- simultaneous
- in concur with
- cum
- in common
- jointly
We run the store jointly.
- Biz mağazayı birlikte çalıştırıyoruz.
- (used with an infinitive) although: Bilgi dağarcığında bazı eksiklikler bulunmakla birlikte bu alanda rakipsiz. Although his knowledge is deficient in some areas, he is unrivaled in this field
- together; with each other; as a body; together with, along with, with
- unisonous
- co
- together, along, in company
- as well as
She was intelligent as well as beautiful.
- O zeki olmakla birlikte güzeldi.
Everyone has the right to own property alone as well as in association with others.
- Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olma hakkına sahiptir.
- as one man
- in collaboration with
- hand in hand
A surgeon lives with Death, his inseparable companion - I walk hand in hand with him.
- Bir cerrah ayrılmaz arkadaşı olan ölümle birlikte yaşar - Ben onunla el ele yürüyorum.
Industrialization often goes hand in hand with pollution.
- Sanayileşme çoğu kez kirlilikle birlikte gider.
- simultaneously
- in concert
- in conjunction
Bribes are something that arises in conjunction with power organizations.
- Rüşvet güç örgütleri ile birlikte ortaya çıkan bir şeydir.
- bununla birlikte
- however
Everybody has a right to his own opinion. However, sometimes it's better not to tell anybody what that opinion is.
- Herkesin kendi düşüncesini söyleme hakkı vardır. Bununla birlikte, bazen o fikrin ne olduğunu kimseye söylememek daha iyidir.
We concluded, however that the price of 5,000,000 yen was too high.
- Bununla birlikte, 5,000,000 Yen'lik fiyatın çok yüksek olduğuna karar verdik.
- birlikte gitmek
- go with
I am ready to go with you.
- Ben sizinle birlikte gitmek için hazırım.
If you want to go with them, you must hurry.
- Onlarla birlikte gitmek istersen acele etmelisin?
- birlikte akma
- confluence
- birlikte olmak
- accompany
- birlikte hareket etmek
- concert
- birlikte anılmak
- associate with
- birlikte aç
- (Bilgisayar) opens with
- birlikte aç
- (Bilgisayar) open in
- birlikte aç
- (Bilgisayar) open with
- birlikte büyümek
- adnate
- birlikte değişim
- (Gıda) covariance
- birlikte ekim
- (Tarım) intercropping
- birlikte gitmek
- accompany
- birlikte gitmek
- convoy
- birlikte hareket etmek
- liaise
- birlikte işleme
- coprocessing
- birlikte sigorta
- (Sigorta) coinsurance
- birlikte tut
- (Bilgisayar) keep together
- birlikte yapılan
- (Politika, Siyaset) concerted
- birlikte yatmak
- sleep together
- birlikte yaşama
- living together
- birlikte yaşama
- cohabiting
- birlikte yaşamak
- (Politika, Siyaset) co-exist
- birlikte çalışan
- co-operative
- birlikte çalışan
- (Bilgisayar) coworker
- birlikte çalışan
- synergetic
- birlikte çalışma
- cooperation
- birlikte çalışma
- interworking
- birlikte çalışma
- collaborate
- birlikte çalışma
- collaboration
- birlikte çalışmak
- concur
- birlikte çalışmak
- interoperate
- birlikte çalışmak
- (deyim) join forces
- birlikte çalışmak
- collaborate
- birlikte çalışmak
- coordinate
- birlikte çalışmak
- muck in
- birlikte bulunma
- co-existence
- birlikte getirmek
- to bring together
- birlikte götürmek
- drive with
- birlikte kullanmak
- to use with
- birlikte oturan
- living together
- birlikte yaşanılanlar
- live with ones
- birlikte yemek yiyenlerin tümü
- All who eat together
- birlikte akan
- confluent
- birlikte akma
- conflux
- birlikte alınmış
- agreed
- birlikte arz
- (Ticaret) joint supply
- birlikte bağlamak
- interlink
- birlikte bulunmak
- (Dilbilim) collocate
- birlikte davacılar
- (Kanun) co plaintiffs
- birlikte davalılar
- (Kanun) co defendants
- birlikte dikmek
- interplant
- birlikte dokumak
- interweave
- birlikte ele almak
- be paired with
- birlikte gelmek
- come along
Do you want to come along?
- Birlikte gelmek ister misin?
I'd like to come along.
- Birlikte gelmek istiyorum.
- birlikte gitmek
- string along
- birlikte görülmek
- (Dilbilim) go about (with)
- birlikte görünmek
- be seen together
- birlikte husumet
- (Kanun) joinder of parties
- birlikte hükmetme
- (Kanun) adjudging jointly
- birlikte imza eden
- (Hukuk) co-signatory
- birlikte işlem
- concurrent processing
- birlikte kal
- kept together
- birlikte kayyım
- (Kanun) joint guardian
- birlikte kefalet
- (Kanun) coguarantees
- birlikte kefalet
- (Kanun) co guarantees
- birlikte kitap okumak
- look on
- birlikte komut
- (Askeri) mass command
- birlikte mirasçı
- (Kanun) joint heir
- birlikte mülkiyet
- (Kanun) co-ownership
- birlikte mülkiyet
- (Kanun) coownership
- birlikte olan
- accompanying
- birlikte olmak
- hang together
- birlikte olmak
- (Dilbilim) go about (with)
- birlikte oturmak
- stay with
- birlikte oturmak
- room together
- birlikte satın alma şartı
- tie in
- birlikte satın alma şartı
- tie in sale
- birlikte savaşan devletlerden biri
- cobelligerent
- birlikte sürdürmek
- go ahead wuth
- birlikte takılmak
- keep company with
- birlikte takılmak
- hang together
- birlikte takılmak
- hobnob
- birlikte taşıyıcı
- (Tıp) co-transporter
- birlikte vakit geçirmek
- consort
- birlikte var olma
- coexistence
- birlikte vasi
- (Kanun) joint guardian
- birlikte yatırmak
- sleep double
- birlikte yaşama
- common marriage
- birlikte yaşama
- concubinage
- birlikte yaşamak
- to shack up (with sb/together), to cohabit
- birlikte yaşamak
- shack up with
- birlikte yaşamak
- live together
Tom and Mary and their children all live together in a small house on the outskirts of Boston.
- Tom ve Mary ve çocukları hepsi Boston'un kenar mahallelerinde küçük bir evde birlikte yaşamaktadır.
Are you sure you want to live together with me?
- Benimle birlikte yaşamak istediğinden emin misin?
- birlikte yaşamak
- cohabit
- birlikte yaşanabilir
- livable with
- birlikte yerleşik
- (Bilgisayar) coresident
- birlikte çalışan
- coefficient
- birlikte çalışmak
- work together
Tom and Mary have to work together.
- Tom ve Mary birlikte çalışmak zorundalar.
We're going to have to work together.
- Biz birlikte çalışmak zorunda kalacağız.
- birlikte çalışmak
- team up with
- birlikte çalışmak
- team up
- birlikte çalışmak
- cooperate
- birlikte çalışmak
- to play ball, to cooperate, to collaborate
- birlikte örmek
- interweave
- birlikte-yaşama
- (Jeoloji) mutualism
- bizimle birlikte
- with us
- bununla birlikte
- besides
- ile birlikte
- along with
Along with Tokyo, Osaka is a center of commerce.
- Tokyo ile birlikte, Osaka bir ticaret merkezidir.
Tom started singing along with Mary.
- Tom Mary ile birlikte şarkı söylemeye başladı.
- bununla birlikte
- nevertheless
Nevertheless, many are choosing early retirement.
- Bununla birlikte, birçok kişi erken emekliliği tercih ediyor.
Nevertheless I think the experiment was successful.
- Bununla birlikte deneyin başarılı olduğunu düşünüyorum.
- bununla birlikte
- though
- benimle birlikte
- with me
- bununla birlikte
- still
- bununla birlikte
- in addition to this
- bununla birlikte
- in the meantime
- bununla birlikte
- that being said
- bununla birlikte
- having said that
- bununla birlikte
- none the less
- bununla birlikte
- doch
- bununla birlikte
- after all
- böyle olmakla birlikte
- as well as
- hep birlikte
- bodily
- hep birlikte inmek
- pile off
- hep birlikte inmek
- pile out
- ile birlikte
- hand in hand with
- ile birlikte
- although
- ile birlikte
- (Dilbilim) in company with
- ile birlikte
- associated with
- ile birlikte
- apart from
- ile birlikte
- no sooner ... than
- ile birlikte
- (deyim) in common with
- ile birlikte
- as soon as
- seninle birlikte
- with you
- sizinle birlikte
- with you
- takım (birlikte)
- (Askeri) platoon
- birlikte olmak
- go about
- birlikte olmak
- unite
- birlikte olmak
- move
Layla moved home to be with her mother.
- Leyla, annesiyle birlikte olmak için eve taşındı.
Tom moved back to Boston to be with his kids.
- Tom çocuklarıyla birlikte olmak için Boston'a geri döndü.
- birlikteler
- of the
- bunu faturası ile birlikte otele gönderir misiniz
- Will you send it to the hotel with a receipt
- bununla birlikte
- for all that
- bununla birlikte
- at the same time
- bununla birlikte
- a) in addition to this b) still, nevertheless, however
- dara ile birlikte ağırlık
- tare and bret
- evlenmeden birlikte yaşama
- free love
- evli olmadan birlikte yaşayan
- (Argo) shacked
- gerçekleşen kâr ile birlikte
- cum dividend
- hep birlikte
- in unison
- hep birlikte
- all together
Read after me all together.
- Benden sonra hep birlikte okuyun.
The pupils began to read all together.
- Öğrenciler hep birlikte okumaya başladılar.
- hep birlikte
- in toto
- hep birlikte
- in a body
- hep birlikte
- en masse
- hep birlikte
- with one accord
- hep birlikte her taraftan
- at all hands
- hep birlikte ve aynı anda
- in chorus
- hepsi birlikte
- all at once
- iki çiftin birlikte buluşması
- double date
- ile beraber/birlikte
- 1. together with, along with, including, inclusive of: Haşim öbür çocuklarla birlikte okula gitti. Haşim went to school along with the other children. Termosifonun fiyatı KDV'yle birlikte bir milyon liraydı. The price of the water heater, VAT included, was one million liras. 2. when, at the same time that: Kışın gelmesiyle beraber odun pahalılaştı. When winter arrived wood became more expensive. 3. although: Sadece on iki yaşında olmakla beraber motorlar hakkında epey bilgisi var. Although he's only twelve, he knows a fair bit about motors. Hakan itiraz etmekle beraber Mümtaz işin tümünü tek başına yaptı. Although Hakan objected, Mümtaz did all the work by himself. 4. as well as, apart from, besides: İyi bir şair olmakla birlikte çok yetenekli bir öğretmen. Apart from being a good poet he is also a very capable teacher
- ile birlikte olmak
- go around with
- ile birlikte yaşamak
- live with
Tom is easy to live with.
- Tom ile birlikte yaşamak kolay.
Tom is hard to live with.
- Tom ile birlikte yaşamak zor.
- ile birlikte çalışmak
- team up with
- karşıt duyguların birlikte yaşanması
- ambivalence
- kuşların birlikte uçuş düzeni
- skein
- kâr ile birlikte değeri
- dividend on
- kâr ile birlikte değeri
- cum dividend
- nefesli çalgıların hep birlikte çaldığı parça
- fanfare
- nikâhsız birlikte yaşamak
- live in sin
- olmakla beraber/birlikte although: Parlak bir zekâsı olmamakla beraber para kaza
- to make money. olan/olup biten all (the events) that took place. olup bitmek to happen, take place. olduğu gibi 1. as (one) is, as (it) is: İnsanları olduğu gibi kabul etmelisin. You should accept people as they are. 2. as it (they) happened: Her şeyi olduğu gibi anlatacağım. I will explain everything as it happened. 3. besides being ..., in addition to being ...; besides having ..., in addition to having ...: Hasta olduğu gibi, yoksul da. Besides being sick, he is poor. olduğu kadar 1. besides being ...; besides having ...: Oda küçük olduğu kadar, karanlık da. Besides being small, the room is dark. 2. as much as possible: Hepsini bitirmek zorunda değilsin, olduğu kadar yap. You don't have to finish it all; do what you can. Olan oldu. What's done is done. olup olacağı all: Bendeki paranın olup olacağı bu kadar. This is all the money I've got on me. Onun olup olacağı bir köy muhtarı. He'll never be anything more than the mayor of a village. Olup olacağımız toprak mı? Are we nothing more than dust? oldum bittim/oldum olası/oldum olasıya for as long as anyone can remember, from time immemorial, always. oldu olmadı It's been just about ...: Bu işe başlayalı on yıl oldu olmadı. It's been just about ten years since he began this job. olmak üzere 1. being: İşyerimizde, ikisi Fransız olmak üzere, yirmi eleman var. In our firm we have twenty personnel, two of whom are French. 2. to be on the point of being: Kahven olmak üzere. Your coffee's just about ready. olur olmaz 1. just any old, whatever, any ... that: Olur olmaz her kitabı okuma! Don't read any old book you happen to see! 2. at random, without thinking: Olur olmaz konuşma! Don't just talk whenever you feel like it
- porsiyon garnitür ile birlikte mi geliyor
- Does the meal come with garnish
- porsiyon patates ile birlikte mi geliyor
- Does the meal come with potatoes
- porsiyon sebze ile birlikte mi geliyor
- Does the meal come with vegetables
- renklilerle birlikte yıkayın
- Wash with like colors
- sonraki ile birlikte
- (Bilgisayar) keep with next
- sonraki ile birlikte tut
- (Bilgisayar) keep with next
- yemekle birlikte
- with meals
- zatürre ve zatülcenpin birlikte ortaya çıkması
- pleuropneumonia
- çanların birlikte çalması
- peal