DEMOKRASİYE NE OLDU BÖYLE?
The Economist, 1 Mart 2014
MAKALE: DEMOKRASİ s.47-52
Çeviren: Kadir Yiğit US
Demokrasi 20. Yüzyılın en başarılı politik düşüncesiydi. Neden başı böyle belaya girdi? Demokrasiyi canlandırmak için ne yapılabilir?
Ukrayna siyasetini altüst eden protestocular, ülkelerinin pek çok hedefe ulaşmasını arzuluyorlar. Pankartlar diyor ki Avrupa Birliği (AB) ile daha yakın ilişkiler istiyoruz, Ukrayna siyasetine Rusya’nın müdahalesine son verilmesini istiyoruz, Başkan Viktor Yanukoviç’in hırsız hükümetinin yerine temiz bir hükümet kurulsun istiyoruz. Ancak temel bir talepleri var ki o da onlarca yıldır halkın yolsuzluk yapan, tacizci, despot hükümetlere karşı harekete geçmesinin temel dürtüsünü temsil ediyor: Kurallara dayanan bir demokrasi talep ediyorlar.
Nedenini anlamak kolay: Demokrasiler ortalamada demokrasi olmayan yönetimlere göre daha zengin, savaşa girmeleri daha zor, yolsuzlukla mücadelede karneleri daha iyi. Daha da önemlisi, demokrasilerde halk aklından geçeni söyleyebiliyor, hem kendi hem de çocuklarının geleceklerini şekillendirebiliyorlar. Dünyanın çok farklı kısımlarından çok sayıda insanın sırf bu ideal uğruna pek çok şeyi riske atması, demokrasinin sürekli cazibesine kanıt teşkil ediyor.
Yine de bu günlerde, Kiev’dekine benzer olayların yarattığı neşeye, canlılığa şimdilerde endişe karışmaya başladı, zira bir başkentten diğerine huzursuz edici bir örüntü kendini tekrarlıyor. İnsanlar büyük meydanlarda toplanıyor. Rejimden onay alan eşkıyalarsa onlara karşı mücadele etmeye çalışıyorlar; ancak yaygın bir ayak diremeyle karşılaştıklarında, küresel haberlere manşet olduklarında cesaretlerini yitiriyorlar. Dünya rejimin çöküşünü alkışlıyor, yeni bir demokrasinin inşasına yardım olmayı teklif ediyor. Ancak bir despotu budayıp atmak, varlığını sürdürebilecek demokratik bir hükümet kurmaktan daha kolaymış meğer. Yeni rejim tökezliyor, ekonomi çalkalanıyor, ülke kendisini en az eskisi kadar berbat bir durumda buluyor. Arap Baharı’nda büyük ölçüde böyle oldu, dahası on yıl önceki Ukrayna’nın Portakal devrimi de böyleydi. 2004 yılında geniş katılımlı sokak protestoları ile zorla makamından indirildi, ne ki Yanukoviç’in yerine geçen muhalif siyasetçiler en az onun kadar berbat çıkınca, 2010 yılında (büyük miktarlarda Rus parasının da yardımıyla) Yanukoviç tekrar başkanlığa seçildi.
Demokrasi zor bir dönemden geçiyor. Despot liderler makamlarından kovulmuş, muhaliflerse çoğu kez sürdürülebilir demokratik rejimler oluşturmakta başarısız olmuş. Yerleşmiş demokrasilerde bile sistemin kusurları endişe verici biçimde görünür oldu, siyaset yaygın biçimde hüsrana sürüklüyor. Halbuki çok değil birkaç yıl önce, demokrasi sanki dünyaya hükümdar olacak gibiydi.
20. yüzyılın ikinci yarısında, demokrasiler olabilecek en zor koşullarda dahi kök salmıştı: Nazizm travması geçiren Almanya’da, dünyanın en fakir nüfusuna sahip Hindistan’da ve 1990lardan itibaren apartheid (ırk ayrımcılığı) ile bozulan Güney Afrika’da. Sömürgecilikten arınma süreci Afrika ve Asya’da çok sayıda yeni demokrasi yaratmıştı; despot rejimlerse Yunanistan’da (1974(, İspanya’da (1975), Arjantin’de (1983), Brezilya’da (1985) ve Şili’de (1989) yerlerini demokrasiye bırakmışlardı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü Avrupa’nın merkezinde pek çok yerde demokrasinin filizlenmesini sağlamıştı. Amerikalı düşünce kuruluşu Freedom House, 2000 yılına gelene dek 120 ülkeyi, yani dünyanın toplamda %63’ünü demokrasi olarak sınıflandırmıştı.
Aynı yıl, 100’den fazla ülkenin temsilcisi Varşova’daki Dünya Demokrasi Forum’unda bir araya gelip, “halkın iradesi devlet otoritesinin temelidir” diye ilan etmişti. Amerika Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı bir rapor ise otoriter ve totaliter devlet biçimlerine veda edildiğini, “belli ki şimdi en nihayetinde demokrasinin galip geldiğini” açıklıyordu.
Böylesi uzun süreli bir başarının ardından böylesi bir kibrin ortaya çıkması tabii ki anlaşılır. Gel gelelim manzara biraz daha geriden bakıldığında, demokrasinin zaferi o kadar kaçınılmaz gözükmüyor. Demokrasinin ilk olarak geliştiği Atina’nın düşüşünden sonra, bu siyasi model 2000 yıl sonraki Aydınlanma dönemine dek uykuya yatmıştı. 18. Yüzyıla dek sadece Amerikan devrimi sürdürülebilir bir demokrasi üretebilmişti. 19. yüzyılda monarşistler, demokratik kuvvetlere karşı uzun uzadıya bir geri çekilme savaşı sürdürmüştü. 20. Yüzyılın ilk yarısındaysa Almanya’daki, İspanya’daki, İtalya’daki yeni doğmuş demokrasiler çökmüştü. 1941’e gelindiğinde yalnızca 11 demokrasi kalmıştı geriye, Franklin Roosevelt, “barbarlığın karanlığından demokrasinin yüce ateşini” korumak mümkün değil diye endişeleniyordu.
20. yüzyılın sonlarında görülen ilerleme, 21. yüzyılda duraklamaya başladı. Dünya nüfusunun yaklaşık %40’ı ki bu hiç olmadığı kadar yüksek bir oran, bu yıl özgür ve adil seçimler düzenleyecek olsa bile demokrasinin küresel ilerleyişi durma noktasına gelmiş, hatta gerilemeye bile başlamış olabilir. Freedom House düşünce kuruluşu, ilerlemenin tepe noktasını da yüzyıl başı kabul etmenin yanı sıra 2013 yılının küresel özgürlüğün gerilediği sekizinci ardışık yıl addediyor. 1980 ila 2000 yılları arasında demokrasi davası yalnızca birkaç tersliğe denk gelmişti, ancak 2000’den itibaren karşılaşılan güçlükler son derece arttı. Dahası demokrasinin sorunları sayıların yansıttığından daha derinlerde: Çok sayıda nominal demokrasi despotluğa kaydı. Bu despot yapılar seçimler vasıtası ile yüzeyde demokrasi kisvesini korumalarına karşın, işleyen bir demokratik sistemin eşdeğer önemdeki unsurları olan haklara ve kurumlara sahip değiller.
Tıpkı Kahire veya Kiev’deki halkın tutmadığı rejimlerin devrilmesi örneklerinde olduğu üzere an geliyor, demokrasiye olan inanç alevleniyor, ancak ardından alev titreyip tekrardan sönüyor. Batı haricinde demokrasiler ilerlese de çöküyor. Batı içindeyse demokrasi sıkça ülkede borç ve bozuk işleyişle, ülke dışındaysa haddini aşmakla ilişkilendiriliyor. Demokrasiyi eleştirenler hep oldu, ne var ki şimdilerde, demokrasinin Batı’daki kalelerinde dahi zayıflaması ile beraber, demokrasiye yönelik o eski şüpheler saygı görmeye başladı. Batı haricindeki yerlerde demokrasinin zayıflığı ise gitgide aşikar olmaya başladı. Demokrasi, şahlanmasını sağlayan gücü niye yitirdi?
Tarihin Dönüşü
Bunun temel iki sebebi 2007-8 mali krizi ve Çin’in yükselişi. Krizin verdiği zarar mali olmanın yanı sıra psikolojikti de. Batı politik sistemlerinin yapısal zayıf noktası ortaya çıkmış oldu, bu da bu demokrasilerin en büyük varlıklarından biri olan özgüvene zarar verdi. On yıllardır Batı devletleri düzenli biçimde belli gruplara haklar dağıttı, böylece borç tehlikeli düzeylere ulaştı, politikacılar da hızlı ekonomik büyüme ve çöküş döngüsünü son verdikleri, riski denetleyebildikleri inancına kapıldılar. Dahası çoğu insan politik sistemlerinin işleyiş biçiminden hayal kırıklığına uğradı. Ne de olsa hükümetler bankacıları halkın vergisiyle kurtarıyor, finansçılar kendilerine devasa primler vermeye devam ederken bir şey yapmadan öylece duruyordu. Kriz, Washington’daki oybirliğini yeni gelişmekte olan dünyada kınanır hale getirdi.
Bu sırada Çin Komünist Partisi, demokratik dünyanın ekonomik gelişmedeki tekelini kırdı. Harvard Üniversitesi’nden Larry Summers’ın gözlemlerine göre Amerika en hızlı büyüdüğü dönemde bile her 30 yılda bir yaşam standartlarını iki katına çıkartabilmişti. Çin’se son 30 yılda yaklaşık her on yılda bir yaşam standartlarını ikiye katlıyor. Çin seçkinleri kendi modellerinin, yani Komünist Parti’nin sıkı kontrolü ile beraber üst kademelere yetenekli kişilerin alınması modelinin, demokrasiden daha verimli olduğunu, böylece sistemin tıkanmaya eğilimli olmadığını savunuyorlar. Çin’de siyasi liderler yaklaşık her on senede bir değişiyor, parti kadroları hedefleri gerçekleştirme güçlerine göre terfi ettirildiğinden yeni yetenekleri çekmekte de güçlük çekmiyorlar.
Çin’i eleştirenler haklı olarak muhalifleri hapsederek, internetteki tartışmaları sansürleyerek kamuoyunu denetlediği için Çin hükümetini yerden yere vuruyor. Buna karşın Çin rejiminin kamuoyunu denetleme çabası bir yandan da ona kamuoyunu yakinen takip etme zorunluluğu getiriyor. Bir yandan da Çin liderleri, demokraside çözülmesi on yıllar alacak devlet oluşumundaki bazı büyük sorunları çözebilmiş durumda. Örneğin, Çin yalnızca iki yıl içinde emekliliği kırsal kesimdeki 240 milyon kişiyi de kapsayacak biçimde geliştirdi; bu rakam Amerika’daki halk emeklilik sisteminin kapsadığı toplam sayıdan çok fazla.
Çinlilerin çoğu şayet büyüme sağlayacaksa sisteme katlanmaya hazır. Pew’in 2013 yılında düzenlediği Küresel Davranış Anketi, Çinlilerin %85’inin ülkenin gittiği istikametten “çok memnun” olduğu gösterdi; kıyasla Amerika’da bu oran %31. Çinli entelektüellerin bazıları olumlu bakıyor, bu durumla övünüyor. Fudan Üniversitesi’nden Zhang Weiwei, sistemin tıkanışını sistemin parçası haline getirdiği, karar verme mekanizmalarını önemsizleştirdiği, küçük Bush gibi ikinci sınıf başkanlar ürettiği için demokrasinin Batı’yı, özellikle de Amerika’yı yıkıma sürüklediğini savunuyor. Pekin Üniversitesi’nden Yu Keping ise demokrasinin basit şeyleri “fazla karmaşık ve önemsiz” hale getirdiğini, “bazı tatlı dilli politikacıların kamuyu yanlış yönlendirmesine” fırsat verdiğini savunuyor. Yine Pekin Üniversitesi’nden Wang Jisi ise “Batı değerlerini ve siyasi sistemlerini benimseyen gelişmekte olan ülkelerin çoğunun kargaşa yaşadığını, Çin’inse alternatif bir model sunduğunu gözlemliyor. Afrika’dakilerden tutun(Ruanda) Orta Doğu(Dubai) ve Güney Doğu Asya’ya (Vietnam) kadar pek çok yerdeki ülke bu öğüdü ciddiye alıyor.
Çin’in ilerlemesi, 2000 yılından bu yana demokratların yaşattığı bir dizi hayal kırıklığı düşünülünce daha da etkileyici. Bu hayal kırıklıklarından ilki Rusya oldu. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılışının ardından eski Sovyetler Birliği’nin demokratikleşmesi kaçınılmaz gözüküyordu. Rusya, 1990’larda Boris Yeltsin’in idaresindeyken -alkolün de etkisiyle- tökezleyen birkaç adım atmıştı bu istikamette. Ancak 1999’un sonunda Yeltsin istifa edip, gücü eski KGB ajanı Vladimir Putin’e bıraktı. Putin o zamandan bu zaman iki kez hem başbakan hem de cumhurbaşkanı oldu. Bu post-modern çar, basının ağzını kapatıp muhalifleri hapse atarken bir yandan da Putin kazandığı sürece herkesin oy verebildiği bir demokrasi gösterisini sürdürerek zaten gelişmemiş demokrasiyi baltaladı. Venezüella, Ukrayna, Arjantin ve diğer yerlerdeki despot liderler de onun örneğini takip edince demokrasiyi tümden bertaraf etmek yerine sapkın, sözde bir demokrasinin yolu açılmış oldu. Böylece demokrasi daha da itibarsızlaştı.
Demokrasinin başına gelen ikinci felaket Irak Savaşı oldu. 2003 yılında Amerika’nın başını çektiği işgal sonrasında Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarının masal olduğu ortaya çıkınca, Bush savaşı bu kez özgürlük ve demokrasi mücadelesi diye haklı çıkarma gayretine düştü. İkinci kez başkanlık görevini alırken yaptığı konuşmada şunları iddia ediyordu Bush: “Özgür ulusların uyumla demokrasi teşviki, düşmanlarımızın yenilgisini başlatacak.” Bu Bush’un yaptığı fırsatçılıktan öte bir şeydi. Bush, diktatörlükler hükmü altında olduğu sürece Orta Doğu’nun terörist beşiği olacağına gönülden inanıyordu. Ama çaba, bu bizzat demokrasiye büyük zarar verdi. Sol kanattakiler, bu eylemi demokrasinin Amerikan emperyalizminin avret yerlerini örten bir incir yaprağından ibaret olduğuna kanıt addettiler. Gerçekçi dış politika uzmanları ise Irak’ta büyüyen karmaşayı, Amerika öncülüğündeki demokrasi teşvikinin yol açtığı istikrarsızlığın büyüyeceğinin kanıt görüyorlardı. Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama gibi hayal kırıklığına uğrayan neo-muhafazakârlarsa bu durumu demokrasinin taşa kök salamadığının kanıtı sayıyorlardı.
Demokrasinin başına gelen üçüncü aksilik Mısır’dı. 2011’de Hüsnü Mübarek rejiminin devasa protestolarla çöküşü demokrasinin Orta Doğu’ya yayılacağına dair umutların filizlenmesine yol açtı. Ancak bu coşku kısa sürede yerini umutsuzluğa bıraktı. Mısır’da bu çöküşü takip eden oylamayı liberal eylemciler (ki saçma biçimde çok sayıda partiye bölünmüşlerdi) değil, Muhammed Mursi’nin Müslüman Kardeşler örgütü kazandı. Mursi demokrasiye kazananın her şeyi aldığı bir sistem muamelesi yaptı; devleti Müslüman Kardeşlerle doldurdu, kendine neredeyse sınırsız güç verdi, bir üst parlamento oluşturdu ve bu parlamentoyu da kalıcı biçimde İslami çoğunluğa verdi. Temmuz 2013’te ise devreye ordu girdi, Mısır’ın ilk demokratik seçimle gelen başkanını tutukladı, Müslüman Kardeşler’in başta gelen üyelerini hapse attı, yüzlerce protestocuyu öldürdü. Suriye’deki savaşla, Libya’daki anarşi ile beraber, bu da Arap Baharı ile Orta Doğu’nun her yerinde demokrasinin çiçekleneceği umudunu ezip geçti.
Bununla beraber demokrasi cephesine yeni katılanlar da şevklerini kaybetti. Güney Afrika 1994’te demokrasinin gelmesinden beri aynı parti, yani Afrika Ulusal Kongresi tarafından yönetiliyordu; bu parti de gitgide kendine hizmet eder hale gelmişti. Bir zamanlar ılımlı İslam’la refahı ve demokrasiyi birleştirir görünen Türkiye ise yolsuzluk ve despotluk batağına saplanmaya başladı. Bangladeş’te, Tayland’da, Kamboçya’da muhalif partiler yakın zaman önce yapılan seçimleri ya boykot ettiler ya da sonuçlarını reddettiler.
Bunların tümü, demokrasinin ayakta durması için gerekli kurumların inşasının gerçekten yavaş ilerleyeceğini gösterdi, dolayısı ile vaktiyle çok yaygın olan demokrasi tohumu bir ekildi mi hızla, kendiliğinden büyür düşüncesi tuzla buz oldu. Belki demokrasi, Bush’un ve Tony Blair’in de ısrarla söylediği üzere “evrensel bir arzu” olabilir ama demokrasi kültürde kök salmalı. Batılı ülkelerin neredeyse hepsi, güçlü amme hizmetleri, yerleşik anayasal haklar içeren gelişmiş siyasi sistemlere geçtikten çok sonra oy hakkını sundu; üstelik bu toplumlar birey haklarına, bağımsız yargıya önem veren toplumlardı.
Buna karşın yeni demokrasilere örnek olması beklenen, yerleşik demokrasi kurumlarının ta kendileri bu günlerde köhne ve bozuk addediliyor. ABD sistem tıkanıklığına örnek sayılıyor; yandaşlar birbirlerine gol atmaya öyle kafayı takmış durumda ki ABD son iki yılda tam iki kere borçlarını ödeyemeyecek hale geldi. ABD demokrasisi de seçim hilelerinden mustarip, seçmen bölgelerinin sınırları görevdeki siyasetçilerin gücünü sağlama alacak şekilde ayarlanıyor. Bu da uçlardaki siyaseti teşvik ediyor çünkü siyasetçilerin partiye inananlara hitap etmesi yeterli; sonuçta seçmenlerin çoğu haklarından mahrum oluyor. Binlerce lobicinin varlığı (her bir Kongre üyesine 20 tane lobici düşüyor) ise yasama sürecini uzatıp karmaşıklaşmasını, gücü olanın özel haklar pazarlığı yapmasını sağlıyor. Tüm bunlar Amerikan demokrasisinin satılık olduğu, zenginin fakirden güçlü olduğu izlenimini doğruyor; buna karşın lobiciler ve partilere bağış yapanlar, siyasi harcamaların ifade özgürlüğünün parçası olduğunda ısrarcılar. Sonuç şu: Amerika’nın imajı (bunun uzantısı olarak da demokrasinin imajı) fena bir darbe aldı.
Avrupa Birliği de demokraside şahika denemez. 1999’da Avro’yu yürürlüğe sokma kararını alanların çoğu teknokrattı; yalnızca iki ülke, Danimarka ve İsveç bu konuda referandum düzenledi (her iki referandumdan da hayır çıktı.) Gücü Brüksel’de toplayacak olan Lizbon Sözleşmesi’ne yaygın onay bulma çabası, halka yanlış yöne oy vermeye başlayınca terk edildi. Avro krizinin en karanlık günlerinde, Avrupa’nın seçkinleri İtalya’yı ve Yunanistan’ı demokratik yollarla seçilmiş liderleri teknokratlarla değiştirmeye zorladı. Avrupa’nın demokrasi açığını kapatma amacıyla yapılan başarısız bir girişim olan Avrupa Parlamentosu da hem görmezden gelinen hem de nefret edilen bir şeye dönüştü. AB, sıradan halkı küstah ve kifayetsiz seçkinlere karşı savunma iddiasındaki Hollanda’da Geert Wilder’in Özgürlük Partisi, Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’si gibi popülist partilerin beşiğine dönüştü. Yunanistan’daki Altın Şafak partisi de demokrasilerin Nazi tarzı partilere ne ölçüde müsamaha gösterebileceğini sınamaya başladı. Avrupa’daki popülizm canavarını ehlileştirme projesi ise aksine o canavarı dürtüp harekete geçiriyor.
Demokratik Kargaşa
Açıkçası demokrasi, merkezi sayılacak yerde bile, birkaç münferit sorundan değil, ciddi yapısal sorunlardan mustarip. Demokrasi, modern demokratik çağın 19. yüzyıl sonunda başlangıcından bu yana, hep kendini ulus-devletler ve ulusal parlamentolarla ifade eder olmuştu. Bu düzende halk, ulusal gücü belli sürece kontrol eden temsilcileri seçiyordu. Ancak bu düzen, şimdilerde hem üstten hem alttan tehdit altında:
Üstten tehdit olan küreselleşme, ulusal siyasetleri derinden etkiledi. Ulusal siyasetçiler, örneğin ticaret ve finans akışında küresel pazara ve uluslar üstü yapılara daha çok güç verdikçe, seçmenlere verdikleri sözleri tutamaz hale geldiler. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası örgütler nüfuz sahalarını genişletti. Bunun ardında ikna edici bir akıl yürütme mevcut: İklim değişikliği, vergi kaçırma ile tek bir ülke nasıl mücadele etsin? Ulusal siyasetçiler de bazı alanlarda kendi kararlarını kısıtlayıp gücü seçimle gelmeyen teknokratlara vererek küreselleşmeyle uyuma gitti. Örneğin, bağımsız merkez bankası olan ülke sayısı 1980’de 20’yken, bugün 160’ın üstüne çıktı.
Örneğin, Katalan, İskoçya, Hindistan eyaletlerinden tutun Amerikalı valilere kadar bağımsızlığı hedefleyen alt unsurlar, ulusal yapılara küreselleşmeye denk zorluklar çıkarttı: Bu alt unsurların hepsi ulusal hükümetlerden yetkiyi almayı hedefliyor. Dahası, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı üyesi Moises Naim’in verdiği adla, “mikro-güçler,” yani sivil toplum örgütleri ve lobiciler de geleneksel siyaseti alt üst ediyor, hayatı hem demokrat hem de despot liderlere dar ediyor. İnternet hem örgütlenmeyi hem de kışkırtmayı kolaylaştırıyor. İnsanların her hafta reality şovlarına oy vererek katılabildiği, tek tıkla türlü dilekçelere destek verebildiği dünyada, yalnızca birkaç yılda bir seçim düzenleyen parlamenter demokrasi mekanizmaları ve kurumları vadesini doldurmuş gözüküyor. Britanyalı parlamento üyesi Douglas Carswell, geleneksel siyaseti batıp giden plak dükkanlarına benzetiyor; insanların canları çektiğinde istedikleri müziği Spotify gibi popüler dijital müzik akışı hizmetlerinden dinleyebildiği bir dünyada yaşadığını vurguluyor.
Gel gelelim demokrasinin karşısındaki en büyük zorluk ne üstten ne alttan, içeriden, bizzat seçmenlerden geliyor. Plato ileri görüşlüymüş; onun demokrasiden en büyük endişesi, vatandaşların “gündelik yaşaması, kendilerini anlık zevklere teslim etmesi” idi. Demokratik hükümetler, kısa vadede seçmenlere istediklerini vermek için borç alıp uzun vadeli yatırımları ihmal ederek, görev icabı büyük yapısal açıklar oluşturdu. Fransa ve İtalya otuz yıldan fazla bir süredir bütçe denkleştiremiyor. Finansal kriz, borçla finansman bulan demokrasilerin sürdürülemeyeceğini ortaya çıkardı.
Kriz sonrası itki güç kaybederken, siyasetçiler düzenli büyüme ve kolay kredi bulunan yıllar boyunca kaçındıkları ödün verme işi ile şimdi daha güç biçimde yüzleşmek zorunda. Ama seçmenleri yeni tasarruf çağına ikna etseler de bu seçim sandığına olumlu yansımayacak. Büyüme yavaşladıkça, kemerler sıkıldıkça farklı çıkar gruplarının kısıtlı kaynakları ele geçirmek mücadelesi kızışacak. İşin kötüsü bu rekabet, Batılı nüfus yaşlanırken gerçekleşiyor. Yaşlılar gençlere kıyasla seslerini hep daha iyi duyuruyor; daha fazla oya sahip olmanın yanı sıra Amerika’nın kudretli Emekliler Derneği AARP benzeri baskı gruplarını örgütleyebiliyorlar. Çoğu demokrasi geçmişle gelecek arasında, mirasla edinilen yetkiler ve gelecek yatırımlar arasında bir mücadeleyle yüz yüze şimdi.
Zor zamanlara uyum sağlamak siyasete yönelik giderek büyüyen şüpheyle daha da zorlaşıyor. Parti üyelikleri gelişmiş dünyada düşüyor: 1950’de %20 olan siyasi parti üyeliği oranı, bugünlerde sadece %1’i. Seçmen katılımı da düşüyor: 49 demokratik ülkede gerçekleşen bir araştırmaya göre 1980-4 arasında ve 2007-13 arasında %10 düşmüş. 2012’de yedi Avrupa ülkesinde yapılan bir araştırma seçmenlerin yarıdan fazlasının “devlete hiç güvenmediğini” buldu. Aynı yol Britanyalı seçmenler arasında düzenlenen YouGov anketine göre, ankete katılanların %62’si “politikacılar durmadan yalan söylüyor” diye düşünüyor.
Bu sırada siyasetle dalga geçme ile protesto kampanyaları arasındaki sınır hızla kayboluyor. 2010 yılında İzlandalı “En İyi Parti” açıkça yolsuzluk yapma sözü verdi, hatta Reykjavik şehir meclisine girecek kadar oy aldı. 2013 yılında İtalyan seçmenlerin dörtte biri, bir komedyen olan Beppe Grillo tarafından kurulan partiye oy verdi. Siyasete yönelik bu yaygın şüphe şayet halk hükümetten çok şey beklemese sağlıklı da sayılabilirdi; ama insanlar hala çok şey istiyor. Bu zehir yüklü, istikrarsız bir sonuç ortaya çıkartıyor: bir yandan insanlar hükümetlere muhtaç, bir yandan da hükümetleri kınıyorlar. Hükümete bağlı olma hali, devletlerin fazla büyümesi ve haddinden fazla yük olması ile sonuçlanırken, diğer yandan hükümetlerin meşruiyetini yok ediyor. Demokratik bozukluk, demokratik kargaşayla el ele.
Demokrasinin beşiğindeki meseleler diğer yerlerdeki sorunları açıklamaya yarıyor. Demokrasinin 20. yüzyılda başarılı olması kısmen Amerikan hegemonyası ile ilişkili: diğer ülkeler doğal olarak dünyanın lider gücüne öykündü. Ancak Çin nüfuzu büyüdükçe Amerika ve Avrupa rol modeli olarak çekiciliklerini yitirdi; diğer yandan Amerika’nın da, Avrupa’nın da demokrasiyi yayma iştahı kapandı. Obama hükümeti şimdilerde demokrasinin haydut devletler üreteceği, cihatçıları güçlendireceği korkusuyla felce uğramış halde. Hem daha Amerikan hükümeti gelecek için planlar yapmak bir kenara dursun, bir bütçeyi meclisten geçiremeyecek hale gelmişken, gelişmekte olan ülkeler ne demeye demokrasiyi ideal siyaset biçimi saysın? Avrupalı seçkinler, maliyede tutucu olmayan seçilmiş lideri kapı önüne koyarken, despotlar ne demeye Avrupa’dan demokrasi dersi alsın?
Gelişmekte olan ülkelerdeki demokrasiler de zengin dünyadaki sorunların aynılarını yaşıyor. Onlar da uzun vadeli yatırım yerine kısa vadeli harcamalarla meşgul. Brezilya kamu sektöründeki işçilere 53 yaşında emeklilik sunarken, modern havaalanı sistemleri kurmak için pek bir şey yapmıyor. Hindistan çok sayıda taşerona para yağdırırken, altyapıya çok az yatırım yapıyor. Siyasi sistemler çıkar gruplarınca ele geçirilmiş, anti-demokratik adetlerce siyasetin dibi oyuluyor. Kapitalist seçkinlerde bile demokrasi desteği azalıyor: Hint ticaret imparatorları, Hindistan’ın karmaşık sistemi yüzünden altyapı berbat diye durmadan şikâyet ederken, Çin’in otoriter sistemi otobanlar, ışıl ışıl havaalanları ve yüksek hızlı trenler üretiyor.
Demokrasi daha önce de tökezledi. 1920lerde, 1930larda komünizm ve faşizm geleceğin sistemleri sanılıyordu: 1931’de İspanya geçici olarak parlamenter yönetime döndüğünde, Benito Mussolini durumu elektrik çağında gaz lambası yakmaya benzetmişti. 1970lerin ortasında Alman şansölyesi Willy Brandt, “Batı Avrupa’da yalnızca 20, 30 yıllık demokrasi kaldı; sonra motor duracak, dümen kırılacak, faşizm denizinde batacak” diye iddia etmişti. İşler bugünlerde o kadar kötü değilse de demokrasinin yapısı gereği daha üstün olduğu, nihayetinde galip geleceği düşüncesine bugünün Çin’i, eskinin komünizminden daha ciddi tehdit oluşturuyor.
Yine de Çin’in baş döndüren gelişimi daha derin sorunları örtüyor. Çin’deki seçkinler, yalnız kendine hizmeti devam ettiren bir hizip olmaya teşne. Çin Ulusal Halk Kongresi’ndeki en zengin 50 kişi, toplamda 94,7 milyar $’lık servete sahip; bu da Amerika Kongresi’ndeki 50 zenginin toplam servetinden 50 kat fazla. Çin’deki büyüme oranı da %10’dan %8’e düştü, daha da düşmesi bekleniyor; bu da meşruiyeti sürekli büyüme vaadini gerçekleştirmeye bağlı bir rejime tehdit oluşturuyor.
Diğer yandan 19. yüzyılda Alexis de Tocqueville’in vurguladığı üzere, demokrasiler her zaman olduklarından zayıf gözükür: yüzeyde hep karmaşa olsa da gizli güçlü yanları mevcut. Alternatif siyaset sunan alternatif liderleri başa getirebilmeleri, doğru siyasete zikzaklar çizerek ulaştıklarından vakit alsa da sorunlara yaratıcı çözümler bulmakta, varoluş sorunlarını çözmekte demokrasileri despot yönetimlerden daha iyi kılıyor. Ancak hem yeni filizlenen demokrasilerin hem de yerleşik demokrasilerin başarılı olması için sağlam zemine inşa edildiklerini kanıtlamalı.
Demokrasiyi Doğru Anlamak
James Madison ve John Stuart Mill gibi modern demokrasinin kurucularının en çarpıcı özelliği, son derece inatçı olmalarıydı. Demokrasiyi güçlü ama kusursuzluktan uzak bir mekanizma olarak görüyorlardı: demokrasi, insana özgü yaratıcılıktan beslenebilmenin ama bunun yanında insana özgü sapkınlığı denetleyebilmek için özenle tasarlanmalı, ardından hep işler halde tutulmalı, sürekli yağlanmalı, duruma uydurulmalıydı; demokrasi çaba gerektiriyordu.
Yeni filizlenen demokrasinin kök salabilmesi için inatçılık daha da önemli oluyor. Yakın zaman içinde çok sayıda demokrasi deneyinin başarısız olmasının sebeplerinden birisi, seçimlere çok vurgu yapılması ama demokrasinin diğer elzem özellikleri üzerinde az durulması. Örneğin, devlet gücünün denetim altında olması gerekli; ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı güvence altında olmalı. En başarılı yeni demokrasilerin işlemesinin en büyük sebebi, çoğunluk baskısından uzak durmayı becerebilmeleri: Seçimi kazanma düşünmesi, çoğunluğa canını çektiğini yapma hakkı vermiyor. Demokrasi işte bu yüzden 1947’den bu yana Hindistan’da, 1980 ortalarından beri Brezilya’da ayakta durabiliyor: Her iki ülke de hükümet gücüne sınır koyup, birey haklarına güvence sunuyor.
Sağlam anayasalar uzun vadede istikrar sağladığı gibi, mutsuz azınlıkların rejime karşı harekete geçme ihtimalini düşürüyor. Dahası gelişmekte olan ülkelerin başına bela yolsuzlukla mücadeleyi de güçlendiriyor. Bunun aksine filizlenen bir demokrasinin kurumaya yüz tuttuğunun ilk işareti, seçilmiş yöneticilerin çoğu zaman çoğunluğun iradesi bahanesiyle güçlerini arttırma çabası: Mursi Mısır senatosunu Müslüman Kardeşler üyeleriyle doldurmaya çabaladı. Yanukoviç Ukrayna parlamentosunun gücünü azalttı. Putin halk adına Rusya’nın bağımsız kurumlarını çiğneyip geçti. Bazı Afrikalı liderler kaba çoğunluk baskısı kuruyor: başkanlık süresini kaldırıyorlar yahut Uganda başkanı Yoweri Museveni’nin 24 Şubat’ta yaptığı üzere eşcinselliğe verilen cezaları arttırıyorlar.
Yabancı liderlerin, yöneticiler böylesi özgürlük karşıtı davranışlara gitmesi halinde, çoğunluk o yöneticiye destek verse bile seslerini daha çok yükseltebilmeleri gerek. Ama bu durumdan en çok ders çıkartmak, yeni demokrasilerin mimarlarına düşüyor: Kuvvetler ayrılığının, oy verme hakkı kadar sağlıklı demokrasilerin kurulması için elzem olduğunu anlamalılar. Çelişkili gözükse de diktatör namzetlerinin de Mısır’da, Ukrayna’da olanlardan öğrenecekleri çok şey var: Bu kadar güç toplayıp yurttaşlarını kızdırmasalar Mursi de hapishane ve Mısır mahkemesindeki cam kutu arasında mekik dokuyarak ömür tüketmezdi, Yanukoviç de can havliyle kaçmazdı.
Olgun demokrasilerde yaşama şansına sahip olanların da siyasi sistemleri ile yakinen ilgilenmesi gerek. Küreselleşme ile dijital devrimin bileşkesi, demokrasinin en kıymetli kurumlarının bazılarını köhneleştiriyor. Yerleşik demokrasilerin hem yurt içindeki sorunlarla yüzleşmek hem de demokrasinin yurt dışındaki imajını canlandırmak için kendi siyasi sistemlerini güncellemeleri gerek. Bazı ülkeler daha şimdiden bu sürece girdi. Amerika Senatosu, senatörlerin vazifeyi ağırdan almasını zorlaştırdı. Birkaç eyalet açık önseçime geçip, seçim bölgelerini belirleme işini bağımsız sınır komisyonlarına devretti. Başka görünür değişimler de durumu iyileştirebilir. Örneğin, Partilere bağış veren herkesin adının kamuya açık olması ile siyasi partilerin finansmanında reforma gidilmesi özel çıkar gruplarının nüfuzunu azaltabilir. Avrupa Parlamentosu, parlamento üyelerine harcamalara fatura almasını zorunlu kılabilir. İtalya Parlamentosu’nda fazla maaş alan çok fazla üyesi var, eşdeğer kuvvette iki meclis iş yapılmasını güçleştiriyor. Ne ki reform yapacakların bunların da ötesini hedeflemesi gerek. Özel çıkar gruplarının gücünü kısıtlamanın en iyi yolu, devletin dağıtabileceği teşviki kısıtlamak. Siyasetçilere olan inancı arttırmanın en iyi yolu da verebilecekleri sözleri kısıtlamak. Kısacası daha sağlıklı bir demokrasinin yolu daha dar bir devletten geçiyor ki bu da Amerikan devrimi kadar eski bir düşünce. Madison şunu savunuyordu: “İnsanın insanı yöneteceği bir devletin çerçevesini çizerken en zor şey şu: Önce yönetenin yönetileni denetlemesini sağlamak; sonrasında yönetimi kendini denetlemeye mecbur bırakmak.” Sınırlı hükümet fikri, ikinci dünya savaşı sonrasında demokrasinin tekrar yola çıkışının da temel unsuruydu. Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (1945,)İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, çoğunluk istese bile ülkelerin çiğneyemeyeceği hakları ve normları belirliyordu.
Kuvvetler ayrılığı tiranlara duyulan korkudan oluşmuştu. Ama bugün, hele de Batı’da, demokrasiye en büyük tehditleri tespit etmek daha zor. Bu tehditlerden ilk devletin büyümesi: Devletin durmadan genişlemesi özgürlükleri azaltırken, çıkar gruplarına daha fazla güç veriyor. Diğer bir tehditse hükümetlerin sürekli tutamayacakları sözler verme âdetinden geliyor; ya karşılığını veremeyecekleri hakları vermeyi ya da kazanamayacakları savaşları kazanmayı vaat ediyorlar – örneğin uyuşturucuyla savaş. Seçmenlerin de hükümetlerin de devletin haddini aşmaya yönelik doğal eğilimine kısıtlama getirmenin faydalı olduğuna ikna edilmeleri gerek. Örneğin, para politikasının bağımsız merkez bankalarına devredilmesi 1980lerdeki coşkun enflasyonu sınırladı. Aynı sınırlı devlet ilkesinin daha geniş yelpazedeki siyasete uygulama zamanı geldi. Yeni demokrasiler gibi olgun demokrasiler de seçilmiş hükümetin gücü üzerinde kuvvetler ayrılığına ihtiyaç duyuyor.
Hükümetler farklı yollarla kendilerine kısıtlama getirebilir. İsveçlilerin ekonomik döngüde bütçeyi dengeleme sözü verdiler; onlar gibi sıkı mali kurallar uygulayabilirler. Politikacıları mesele her on yılda bir yenilemeye zorlayabilirler. Yandaş olmayan komisyonların uzun vadeli reform önermelerini sağlayabilirler. İsveçliler emeklilik sisteminin çöküşünü bağımsız bir komisyonun ö1zel emeklilik, emeklilik yaşının ortalama ömre ayarlanmasını önermesi gibi pratik reformlarla önledi. Şili, bakır piyasasının değişkenliği ile üretim fazlasının iyi günlerde harcamaya yönelik popülist baskıyı idare etmede büyük başarı gösterdi. Şili bu amaçla ekonomik döngüde üretim fazlasını piyasaya sürecek, ekonomik değişkenlikle nasıl baş edileceğini uzman komisyonlara bırakacak katı kurallar belirledi.
Yüce ve iyi olana daha güç vermek zayıflayan demokrasiye işaret değil mi? Her zaman değil. Özveri içeren kurallar, iflasa, sosyal çöküşe giden harcama politikalarına oy vermeyi, azınlıkların ezilmesini engelleyerek demokrasiyi güçlendirebilir. Ama teknokrasi elbette haddini aşabilir. Güç sakınarak verilmeli. Para politikası, yetki reformu gibi büyük alanlarda süreç hem açık hem şeffaf olmalı. Ekâbir kimselere, teknokratlara doğru temsil, aşağı doğru temsille dengelenmeli, bazı kararlar sıradan insanlara bırakılmalı. İşin sırrı küreselleşme ve yerelleşme gibi ikiz kuvvetlerden yararlanmakta, onları görmezden gelmemekte, direnmemekte.
Bu iki yaklaşımla kurulacak doğru denge ile yerleşik demokrasileri küreselleşme yoluyla yukarıdan, mikro güçlerin yükselişi ile aşağıdan tehdit eden aynı güçler, demokrasiyi zarara uğratacağına güçlendirebilir. Tocqueville yerel demokrasinin çoğu zaman en iyi demokrasi olduğunu savunuyordu: “Kent toplantıları, ilkokullardaki bilim dersi kadar özgürlük için elzem. Bu sayede demokrasi erişilebilir olur, insanlar demokrasiyi kullanıp tadını çıkartabilir. Belediye başkanları genelde, yerel siyasetçilerden daha çok kabul görüyor. Modern teknoloji sayesinde Tocqueville’in kent toplantılarının modern halini uygulamaya sokup vatandaş katılımını ve yeniliği sağlayabilir. Her şeyin durmadan kamunun onayına sunulduğu çevrimiçi hiperdemokrasiler ise doğrudan özel çıkar gruplarının elini güçlendirebilir. Ama teknokrasi ve doğrudan demokrasi birbirlerini denetleyebilir: Bağımsız bütçe komisyonları yerel seçimlerin maliyetini, fizibilitesini değerlendirebilir.
Bazı yerlerde bu karışımı düzgün ayarlama girişimleri mevcut. En teşvik edici örnekse Kaliforniya. Doğrudan demokrasi sistemi ile vatandaşlar harcama artırımı ve düşük vergi gibi çelişkili konularda oy verdi; beri yandan kapalı önseçimler ve hileli seçim bölgeleri radikalliği kurumsallaştırdı. Ancak son beş yılda Kaliforniya bir dizi reform başlattı, bu da kısmen Nicolas Berggruen adındaki hayırsever yatırımcı sayesinde oldu. Eyalet, seçim girişimlerinin kısa vadeli eğilimlerini dengeleyecek “Uzun Düşün” adlı bir komite kurdu. Bu komite açık önseçimlere gidip gücü bağımsız bir komisyona verdi ve seçim bölgesi sınırları yeniden çizildi. Dahası bu girişimle bütçenin denkleştirilmesinde Kaliforniya Senatosu lideri Darrel Steinberg’in tarifi ile “neredeyse gerçeküstü” bir başarı sağlandı.
Buna benzer biçimde Finlandiya hükümeti yandaş olmayan bir komisyon kurarak komisyona emeklilik sisteminin geleceğine dair teklifler ürettirdi. Finlandiya aynı zamanda e-demokrasiden de besleniyor: Parlamento 50.000 imzanın üstüne çıkan vatandaş girişimlerini zorunlu olarak inceliyor. Ancak şayet demokrasi zikzaklar çizerek sağlıklı bir sonuca varacaksa, doğrudan demokrasi ile teknokrasiyi, aşağıdan ve yukarıdan temsili birleştirecek böylesi daha çok deney gerekli.
Amerika’nın ikinci başkanı John Adams vaktiyle şöyle demişti: “Demokrasi hiç uzun sürmez. Çok geçmeden kendini boşa harcar, kendini tüketir, kendini öldürür. Henüz intihar etmeyen demokrasi görülmedi.” Apaçık hatalıydı. Demokrasi 20. Yüzyılın ideolojik çatışmalarından en büyük galip olarak çıktı. Ama demokrasinin 20. yüzyılda olduğu kadar 21. yüzyılda da başarılı olması için gençken gayretle beslenmesi, olgunken özenle korunması gerek. ■