En büyük erkek evladın kaç yaşında?
- How old is your oldest son?
Büyükannem bu kasabada en yaşlıdır.
- My grandmother is the oldest in this town.
Tom öylesine yaşlıydı ki köydeki en yaşlı bile önceleri onu yaşlı bir adam olarak biliyordu.
- Tom is so old that even the oldest in the village first knew him as an old man.
Odadaki en yaşlı kişi Tom'du.
- Tom was the oldest person in the room.
Bu, Boston'un en eski restoranıdır.
- This is Boston's oldest restaurant.
Yumi Ishiyama Lyoko Takımı'nın en eski üyesidir.
- Yumi Ishiyama is the oldest member of Team Lyoko.
O telaffuz eskimiştir.
- That pronunciation is old-fashioned.
Bana bu eskimiş madeni paraları verdi.
- She gave me these old coins.
Bunlar çok eski kitaplar.
- These are very old books.
Eski tekerlekleri yenisiyle değiştir.
- Replace the old tires with new ones.
Annem babamdan daha yaşlı.
- Mom is older than Dad.
John Bill kadar yaşlı değil; çok daha genç.
- John is not as old as Bill; he is much younger.
Seni görmekten ve eski zamanlardan bahsetmekten zevk aldım.
- I have enjoyed seeing you and talking about old times.
Bu kadar uzun bir zamandan sonra bu şarkıyı İşitmek gerçekten eski zamanları geri getiriyor.
- Hearing this song after so long really brings back the old times.
Eski güzel günler ne kadar harikaydı.
- How wonderful were the good old days.
On yaşındayken, ne zaman on altı yaşımda olacağımı, hayatımın harika olacağını düşünürdüm.
- When I was 10 years old, I thought that when I would be 16, my life would be cool.
Gerçeği bilecek kadar tecrübeli.
- She's old enough to know the truth.
Bu ekmek ne kadar bayat?
- How old is this bread?
Bu bayat ekmek bir kaya kadar sert.
- This old bread is as hard as a rock.
O, ihtiyarlığı reddediyor.
- He refuses to accept his old age.
O büyük, ihtiyar meşe ağacının dibinde çimlere uzanıp, gövdesine adlarımızın baş harflerini kazıyacağım.
- I'm going to lay you down in the green grass underneath that big old oak tree and then carve our initials into its trunk.
Afet bölgesine gönderilmek üzere hazır eski giysiler ile dolu üç yüz karton kutu vardı.
- There were three hundred cardboard boxes filled with old clothes ready to be sent to the disaster area.
Tom oyuncak ayıları, kartpostal ve pulları, eski paraları, taş ve mineralleri, trafik plakaları ve jant kapaklarını yani kısacası hemen hemen her şeyi toplar.
- Tom collects teddy bears, postcards and stamps, old coins, stones and minerals, number plates and hubcaps - in short: almost everything.
O yaşlı ve deneyimli.
- She is old and experienced.
Yaşlı adam hayat hakkında birçok konuda deneyimli ve bilgili.
- The old man is wise and knows many things about life.
Bu bir kocakarı masalı.
- That's an old wives' tale.
Mary kocası hakkında yine yakındı - aynı eski hikaye.
- Mary complained about her husband again - the same old story.
Yaşlılık günlerim için para tasarruf ediyorum.
- I'm saving money for my old age.
İki yıl önce yaşlılıktan öldü.
- He died of old age two years ago.
But over my old life, a new life had formed.
My great-grandfather lived to be a hundred and one years old.
a wrinkled old man.
When he got drunk and quarrelsome they just gave him the old heave-ho.
We're having a good old time.
The footpath follows the route of an old railway line.
Your constant pestering is getting old.
an old friend.
An old loaf of bread.
I find that an old toothbrush is good to clean the keyboard with.
He has three elder sisters.
- He has three older sisters.
Tom is my elder brother.
- Tom is my older brother.
She is three years older than I am.
- She's three years older than I am.
The older you are, the more difficult it is to learn a language.
- The older you get, the more difficult it becomes to learn a new language.
... IT'S THE OLDEST TRICK IN THE BOOK. ...