Haber onu mutlu etti.
- Die Nachricht hat ihn glücklich gemacht.
Şu an hiç mutlu değilim.
- Im Moment bin ich überhaupt nicht glücklich.
O, ölümden döndüğü için çok şanslı.
- He was so fortunate as to escape death.
Tom kendinden daha az şanslı olanlara yardım etmek için zamanının çoğunu harcamaya gönüllüydü.
- Tom volunteered a good deal of his time to helping those less fortunate than himself.
O küçük kızını alnından öptü, onu kutsadı ve kısa bir süre sonra öldü.
- She kissed her little daughter on the forehead, blessed her, and shortly after died.
Papaz çocukları kutsadı.
- The priest blessed the children.
Gerçekten kutsanmışımdır.
- I'm just really blessed.
Mübarek hatırlamadan veren ve unutmadan alandır.
- Blessed are those who give without remembering and take without forgetting.
Bereket versin ki, yolda fırtınayla karşılaşmadılar.
- Fortunately they had no storms on the way.
Bereket versin ki Tom kazada ölmedi.
- Fortunately, Tom didn't die in the accident.
Japanese people are fortunate to live in a land with natural hot springs.
- Die Japaner können sich glücklich schätzen, in einem Land mit natürlichen heißen Quellen zu leben.
Let others wage wars, you, fortunate Austria, marry.
- Mögen andere Kriege führen. Du, glückliches Österreich, heirate.
If only we'd stop trying to be happy we could have a pretty good time.
- Wenn wir bloß aufhören würden zu versuchen, glücklich zu sein, könnten wir eine sehr schöne Zeit haben.
I've never been this happy before.
- Ich war noch nie so glücklich.