Definition of yerini in Turkish English dictionary
- yerini saptamak
- locate
It took us a week to locate their hideaway.
- Onların saklanma yerini saptamak bir haftamızı aldı.
- yerini değiştirmek
- relocate
- yer
- location
Every year I find myself at a different location.
- Her yıl kendimi farklı bir yerde buluyorum.
I prefer a quieter, even boring, location for our next meeting.
- Bir sonraki buluşmamız için daha sessiz, hatta sıkıcı bir yeri tercih ederim.
- yer
- place
Put yourself in my place.
- Kendini benim yerime koy.
They set the time and place of the wedding.
- Onlar düğünün zamanını ve yerini belirlediler.
- yer
- floor
I spilled egg on the floor.
- Yumurtayı yere döktüm.
I felt the floor shake.
- Yerin sallandığını hissettim.
- yer
- {i} ground
This park used to be a hunting ground for a noble family.
- Bu park asil bir aile için bir avlanma yeriydi.
After the earthquake, people stared into the deep hole in the ground in surprise.
- Depremin ardından, insanlar şaşkınlıkla yerdeki derin çukura baktılar.
- yerini almak
- substitute
- yerini almak
- take one's place
- yerini tutmak
- compensate
- yerini almak
- relay
- yerini alabilen
- alternate
- yerini alan kimse/şey
- replacement
- yerini alma
- substitution
- yerini alma
- subrogation
- yerini alma
- succession
- yerini almak
- sit in
- yerini almak
- supercede
- yerini almak
- supplant by
- yerini almak
- take the place of
- yerini almak
- substitute for
- yerini almak
- be in place
- yerini almak
- stand in
- yerini almak
- displace
- yerini belirleme
- (Askeri) localisation
- yerini bulma
- locate
- yerini bulmak
- locate
- yerini bırakmak
- (Dilbilim) give way to
- yerini değiştirme
- (Bilgisayar) relocation
- yerini değiştirmek
- change one's place
- yerini değiştirmek
- replace
- yerini değiştirmek
- change location
- yerini değiştirmek
- move
- yerini değiştirmek
- (deyim) change over
- yerini doldurma
- compensation
- yerini doldurmak
- replace
- yerini doldurmak
- make something up
- yerini doldurmak
- (Tıp) compensate
- yerini keşfetmek
- locate
- yerini saptama
- localization
- yerini saptama
- location
- yerini saptamak
- localize
- yerini tayin etme
- localize
- yerini tayin etme
- localization
- yerini tayin etmek
- allocate
- yerini terk etmek
- (deyim) give way to
- yerini tutmak
- substitute for
- yerini öğrenmek
- locate
- yerini alma
- replacing
- yerini belli etmek
- to place certain
- yerini alan kimse
- relay
- yerini alan şey
- substitution
- yerini alarak
- supplanting
- yerini alma
- supersession
- yerini alma
- displacement
- yerini almak
- subrogate
- yerini almak
- sit in for
- yerini almak
- to replace, to substitute, to supersede
- yerini almak
- replace
I'm not here to replace Tom.
- Tom'un yerini almak için burada değilim.
Tom will be hard to replace.
- Tom'un yerini almak zor olacak.
- yerini almak
- cut in
- yerini almak
- supplant
- yerini almak
- oust
- yerini almak 1
- (for one person or thing) to take the place of (another). 2. to sit down in one's appointed place, take one's seat. 3. to stand in one's appointed place, take one's place
- yerini belirleme
- localization
- yerini belirlemek
- position
- yerini belirlemek
- situate
- yerini belirlemek
- plot
- yerini belirlemek
- place
- yerini belirlemek
- localize
- yerini belirlemek
- pinpoint
- yerini belirlemek
- to localize, to position
- yerini beğenmek
- (for a plant) to grow well in the spot in which it's been planted
- yerini bilmek
- know one's place
- yerini bulmak
- to find the right niche for oneself, find one's niche, find one's place
- yerini bırakmak
- yield
- yerini bırakmak
- give place to
- yerini değiştirme
- transposition
- yerini değiştirmek
- translocate
- yerini değiştirmek
- transpose
- yerini değiştirmek
- shunt
- yerini değiştirmek
- shift
- yerini doldurmak
- supply the place of
- yerini doldurmak
- supply
- yerini doldurmak
- sub
- yerini doldurmak
- recoup
- yerini doldurmak
- 1. to do one's job well. 2. to fill (someone's) shoes, perform well the functions formerly carried out by (someone else)
- yerini göstermek
- show somebody to one's place
- yerini kaptırmak
- lose one's position
- yerini kaptırmak
- lose one's seat
- yerini kaybetmek
- lose one's seat
- yerini kaybetmek
- lose one's place
- yerini kaybetmekten korkmak
- look to one's laurels
- yerini korumak
- be one's own man
- yerini korumak
- hold one's own
- yerini sakınmak
- look to one's laurels
- yerini saptamak
- spot
- yerini tutan
- ersatz
- yerini tutarak
- compensatingly
- yerini tutmak
- replace
- yerini tutmak
- to substitute for
- yerini tutucu
- (Tıp) surrogate
- yerini yavaş yavaş sonraki görüntüye bırakma
- fade out
- yer
- spot
Tom got the key from its secret hiding spot and opened the door.
- Tom gizli saklama yerinden anahtarı aldı ve kapıyı açtı.
You're parked in my spot.
- Benim yerime park ettin.
- yer
- {i} terrain
Situated on hilly terrain, the cathedral can be seen from a long distance.
- Tepelik arazide yer alan katedral uzun bir mesafeden görülebilir.
- yer
- {i} stand
Stand where you are or I'll kill you.
- Olduğun yerde kal yoksa öldürürüm.
Tom walked over to where Mary was standing.
- Tom Mary'nin durduğu yere doğru yürüdü.
- yer
- (Bilgisayar) to
- yer
- {i} quarter
I eat dinner at quarter past seven.
- Yediyi çeyrek geçe akşam yemeğini yerim.
- yer
- {i} where
In Germany today, anti-violence rallies took place in several cities, including one near Hamburg where three Turks were killed in an arson attack on Monday.
- Bugün Almanya'da, Pazartesi günü kundaklamada üç Türk'ün öldürüldüğü Hamburg'un yakınında bir yer de dahil birçok şehirde şiddet karşıtı mitingler gerçekleşti.
Nagasaki, where I was born, is a beautiful port city.
- Doğduğum yer olan Nagasaki, güzel bir liman kentidir.
- (yerini) değiştirmek
- shift
- adet yerini bulsun diye
- for form's sake
- adet yerini bulsun diye
- as a matter of form
- konaklama yerini terk etmek
- (Turizm) vacate
- yer
- (Bilgisayar) topo
- yer
- residence
- yer
- (Askeri) catchall
- yer
- housing
- yer
- trace
The police looked everywhere and could find no trace of Tom.
- Polis her yere baktı ve Tom'la ilgili hiçbir iz bulamadı.
This security system allows us to trace employees movements anywhere they go.
- Bu güvenlik sistemi çalışanların hareketlerini gittikleri yerde izlemelerine izin verir.
- yer
- (Havacılık) spool
- yer
- duty
You must fulfill your duty.
- Görevini yerine getirmelisin.
I will do my duty to the best of my ability.
- Görevimi yapabildiğim en iyi şekilde yerine getireceğim.
- yer
- party
I'm really glad you decided to come to our party instead of staying at home.
- Evde kalma yerine partimize gelmenize karar verdiğinize gerçekten memnun oldum.
Paul went to the party in place of his father.
- Paul babasının yerine partiye gitti.
- yer
- bin
I use a three-ring binder for all my subjects instead of a notebook for each one.
- Her biri için bir dizüstü bilgisayar yerine bütün konularım için üç halkalı klasör kullanırım.
- yer
- facility
- yer
- swatch
- yer
- venture
- yer
- point
His speech was to the point.
- Onun konuşması tam yerindeydi.
Instead of beating around the bush, Jones got straight to the point.
- Lafı dolandırmak yerine, Jones doğrudan konuya girdi.
- yer
- feature
- yer
- (Bilgisayar) in
- yer
- terrane
- yer
- yard
- yer
- employment
- yer
- scar
This is a very scary place.
- Bu çok korkutucu bir yer.
She's out there somewhere alone and scared.
- O orada bir yerde yalnız ve korkmuş.
- yer
- mark
Markku joined the local football club.
- Markku yerel futbol kulübüne katıldı.
Open-air markets sell food grown on local farms.
- Açık hava pazarları yerel çiftliklerde yetiştirilen gıdaları satar.
- yer
- subterranean
- yer
- {i} whereabouts
Dan lied about his whereabouts.
- Dan bulunduğu yer hakkında yalan söyledi.
We couldn't find out her whereabouts.
- Onun bulunduğu yeri bulamadık.
- yer
- site
A visit to the city centre, listed as a UNESCO World Heritage Site, is a must.
- Bir UNESCO Dünya Mirası Yeri olarak listelenen şehir merkezine bir ziyaret bir zorunluluktur.
Dan sent the machines to a site where they would be dismantled.
- Dan makineleri sökülecekleri bir yere gönderdi.
- yer
- locality
- yer
- situs
- yer
- room
You must make room for the television.
- Televizyon için yer açmalısın.
She made room for an old lady.
- O yaşlı bir bayana yer açtı.
- yer
- earth
In an earthquake, the ground can shake up and down, or back and forth.
- Bir depremde, yer yukarı ve aşağı ya da geriye ve ileriye sallanabilir.
In the beginning God created the heaven and the earth.
- Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.
- yer
- seat
I was ushered to my seat.
- Beni yerime götürdüler.
Tom showed up early so he could get a good seat.
- İyi bir yer alabilmek için Tom erken geldi.
- yer
- situation
Why don't you actually consider your situation instead of just chancing it?
- Sadece onu değiştirmek yerine, neden durumunu gerçekten düşünmüyorsun?
If I were you, I would have done the same thing in such a difficult situation.
- Yerinde olsam, böyle zor bir durumda aynı şeyi yaparım.
- yer
- abode
- yerini almak
- succeed
- yerini almak
- supersede
- adet yerini bulsun diye
- (deyim) As a (mere) formality
- yer
- the land
- yer
- {i} slot
- yer
- placing
- yer
- place of
- yerini almak
- to take the place of
- yerini doldurmak
- fill sb's shoes
- yerini doldurmak
- fill in for sb
- Yer
- (Tıp) locum
- adet yerini bulsun diye
- as a mere formality
- avın yerini göstermek
- set
- başkasının yerini işgal eden kimse
- squatter
- hak yerini buldu
- justice was done
- hak yerini bulur
- (Atasözü) Justice will prevail
- harflerin yerini değiştirme
- anagram
- kazıklarla yerini belirlemek
- peg out
- oturma yerini onarmak
- seat
- radyo sinyalleri ile uçağın yerini belirleyen araç
- loran
- sesin yerini yavaş yavaş sonraki sese bırakması
- fade out
- takdir yerini bulmak
- (for what was fated to happen) to happen
- tam yerini saptamak
- pinpoint
- tayfanın savaştaki yerini belirten liste
- quarter bill
- uçağın yerini gösteren lâmba
- sidelight
- yavaş yavaş önceki görüntünün yerini alma
- fade in
- yavaş yavaş önceki sesin yerini alma
- fade in
- yer
- station
There is a large parking lot in front of the station.
- İstasyonun önünde büyük bir park yeri vardır.
The office where my father works is near the station.
- Babamın çalıştığı yer istasyonun yakınındadır.
- yer
- geo
George III has been unfairly maligned by historians.
- George III, tarihçiler tarafından haksız yere kötü muamele gördü.
Georgia is his native state.
- Gürcistan onun yerli devletidir.
- yer
- (a) seat; (a) room: Matine için iki yer ayırttım. I've reserved two seats for the matinée. Lokantada dört kişilik bir yer buldum. I found a table for four in the restaurant. Bu otelde boş yer yok. This hotel has no vacant rooms
- yer
- place; spot; position; location: Kandilli fevkalade güzel bir yer. Kandilli is an extraordinarily beautiful place. Senin yerin burası. This is your place./This is where you're to be. Eğlence yeri değil burası; ciddi bir işyeri. This isn't a place you come to in order to amuse yourself; it's a place where business is transacted in a serious way. Yerimde olsaydın ne yapardın? If you'd been in my shoes what would you have done? Feramuz Paşa'nın tarihteki yeri pek önemli sayılamaz. Feramuz Pasha's place in history cannot be reckoned an important one. Bu evin yeri hoşuma gidiyor. I like this house's location. Ağrının yerini daha iyi tarif edemez misiniz? Can't you describe more clearly where the pain is?
- yer
- mark (left by something): yara yeri scar left by a wound
- yer
- the earth, the ground: Yere düştü. He fell to the ground. Bütün parası yerde gömülü. All of his money is buried in the ground
- yer
- premises
- yer
- floor: Bebek yerde emekliyor. The baby's crawling on the floor. Yerler halı kaplıydı. The floors were covered with rugs
- yer
- place; location, spot, point; ground; floor; seat; space, room; situation, employment, duty; mark, scar, trace; earth
- yer
- platform
- yer
- locale
- yer
- space
Tom was angry at Mary because she parked in his space.
- Tom Mary'ye onun yerine park ettiği için kızgındı.
Tom backed his car out of the parking space.
- Tom arabasını park yerinden çıkardı.
- yer
- standing
Tom couldn't see the lake from where he was standing.
- Tom durduğu yerden gölü göremiyordu.
We're out of chairs. Would you mind eating while standing up?
- Sandalyemiz yok. Ayakta dururken yer misin?
- yer
- area
All the seating areas are taken.
- Tüm oturma yerleri tutulmuş.
Tom doesn't like people who smoke in no smoking areas.
- Tom, sigara içilmesi yasak yerlerde sigara içen insanlardan hoşlanmaz.
- yer
- mother earth
- yer
- terrain, region, area
- yer
- space, room: Otobüsün arka tarafında yer yok. There's no room in the back of the bus
- yer
- (Askeri) geolocation code file; standard specified geographic location file
- yer
- importance, place of importance: Bu maddenin sanayideki yeri yadsınamaz. It can't be denied that this material is of importance for industry
- yer
- post
You must put up with your new post for the present. I'll find you a better place one of these days.
- Şu an için yeni görevinize katlanmalısın. Sana bugünlerden birinde daha iyi bir yer bulacağım.
The post office is located in the center of the town.
- Postane, şehrin merkezinde yer almaktadır.
- yer
- glebe
- yer
- terraneous
- yer
- the earth, the planet earth
- yer
- position
All the players were in position.
- Bütün oyuncular yerlerindeydi.
Put yourself in my position.
- Kendini benim yerime koy.
- yer
- stead
If you can't come, send someone in your stead.
- Eğer gelemiyorsan senin yerine birini gönder.
The president did not come, but sent the vice-president in his stead.
- Başkan gelmedi ama, yerine başkan yardımcısını gönderdi.
- yer
- locus
- yer
- ubiety; pew
- yer
- place, position (of employment)
- yer
- footing
- yer
- passage or part (of something written or spoken): Söylevimin bu yeri alkışlanmaya değer, değil mi? This part of my speech merits applause, doesn't it?
- yer
- piece of land, piece of property: Kalamış'ta bir yer aldık. We bought a piece of property in Kalamış
- yer
- lampoon
It's easy to lampoon their ideas now, but they seemed quite reasonable at the time.
- Şu an onların fikirlerini yermek kolay, fakat onlar o zaman epey haklı göründü.
- yer
- billet
- yer
- whither
- yer
- {i} ubiety
- yer
- whence
- yerini almak
- (Tekstil) accomplished
- yorulanın yerini alan grup
- relay
- âdet yerini bulsun diye
- as a matter of form, for form's sake
- âdet yerini bulsun diye
- for the sake of custom