yerde

listen to the pronunciation of yerde
Turkish - English
underfoot
on the ground

He lay injured on the ground. - O, yerde yaralı yatıyordu.

The soldier lay injured on the ground. - Asker yerde yaralı yatıyordu.

on floor
on ground
yer
location

Show me the location of your camp on this map. - Bana bu haritada kampınızın yerini gösterin.

Every year I find myself at a different location. - Her yıl kendimi farklı bir yerde buluyorum.

yer
place

In Germany today, anti-violence rallies took place in several cities, including one near Hamburg where three Turks were killed in an arson attack on Monday. - Bugün Almanya'da, Pazartesi günü kundaklamada üç Türk'ün öldürüldüğü Hamburg'un yakınında bir yer de dahil birçok şehirde şiddet karşıtı mitingler gerçekleşti.

I don't think television will take the place of books. - Televizyonun, kitapların yerini alacağını sanmıyorum.

yer
floor

The doll lay on the floor. - Bebek yerde yatıyordu.

I spilled egg on the floor. - Yumurtayı yere döktüm.

yer
{i} ground

I tripped over a stone and fell to the ground. - Bir taşa takıldım ve yere düştüm.

After the earthquake, people stared into the deep hole in the ground in surprise. - Depremin ardından, insanlar şaşkınlıkla yerdeki derin çukura baktılar.

yerde alınmış
field surveyed
yerde paralanma
(Askeri) graze burst
yerde çalıştırma
(Askeri) ground start
yerde çekmek
drag
yerde alarm durumu
(Askeri) ground alert
yerde alarm usulü
(Askeri) ground alert method
yerde doğrulanmış
field verified
yerde hazırlık durumu
(Askeri) ground readiness
yerde instead of
(preceded by a future participle): Tatlı yiyecek yerde meyve ye. Instead of eating sweet pastries, eat fruit
yerde kapak açma kolu
ground door opening handle
yerde muayene kavramları
(Havacılık) ground test couplings
yerde smaç plase
(Spor) roll shot
yerde sürünmek
grovel
yerde sürüyerek kirletmek
draggle
yerde tarıma ait
(Tarım) geoponic
yerde uzamak
trail
yerde uçuştan vazgeçmek
(Askeri) ground abort
yerde yakıt ikmali
(Askeri) ground refuelling
yerde çalışma müddeti
(Havacılık) ground running time
yer
spot

Tom got the key from its secret hiding spot and opened the door. - Tom gizli saklama yerinden anahtarı aldı ve kapıyı açtı.

Tom parked in his usual spot. - Tom her zamanki yerine parketti.

yer
{i} terrain

Situated on hilly terrain, the cathedral can be seen from a long distance. - Tepelik arazide yer alan katedral uzun bir mesafeden görülebilir.

her yerde birden bulunan
ubiquitous
yer
{i} stand

I can see the tower from where I stand. - Durduğum yerden kuleyi görebiliyorum.

Tom couldn't see the lake from where he was standing. - Tom durduğu yerden gölü göremiyordu.

-ecek yerde
instead
bir yerde
somewhere

I saw her somewhere two years ago. - Onu ben iki yıl önce bir yerde gördüm.

You know that two nations are at war about a few acres of snow somewhere around Canada, and that they are spending on this beautiful war more than the whole of Canada is worth. - Kanada civarında bir yerde birkaç dönüm karla ilgili iki ulusun savaşta olduğunu ve bu güzel savaşa tüm Kanada'nın değdiğinden daha çok para harcadıklarını bilirsiniz.

yer
(Bilgisayar) to
yer
{i} quarter

I eat dinner at quarter past seven. - Yediyi çeyrek geçe akşam yemeğini yerim.

yer
{i} where

His dog follows him wherever he goes. - Köpeği her yerde onu gittiği yerden takip eder.

Stratford-on-Avon, where Shakespeare was born, is visited by many tourists every year. - Shakespeare'in doğduğu yer, Stratford-on-Avon, her yıl bir sürü turist tarafından ziyaret edilir.

(bir yerde) yetişmek
range
bir yerde
as it were
bir yerde
anywhere

Tom isn't currently working anywhere. - Tom şu anda herhangi bir yerde çalışmıyor.

Tom claims that he wasn't anywhere near the murder scene at the time of the murder. - Tom cinayet anında cinayet mahalline yakın bir yerde olmadığını iddia ediyor.

bir yerde bulunmak
be situated
bir yerde durmak
stop off
bir yerde ikamet etmek
abode
bir yerde kalmak (su vb)
stand
bir yerde oturan
resident
bir yerde oturan kimse
calm
bir yerde oturan kimse
occupant
bir yerde oturan kimse
habitant
bir yerde toplamak
centralize
bir yerde torpili olmak
have an in
bir yerde tutmak
store
bulundurmak (bir yerde)
stock
durmak (bir yerde)
stand
her yerde
the world over
her yerde
allover
her yerde
everyplace
her yerde
here there and everywhere
her yerde
anywhere

Injustice anywhere is a threat to justice everywhere. - Herhangi bir yerdeki adaletsizlik her yerdeki adalet için bir tehdittir.

That kind of thing can't be found just anywhere. - O tür şey her yerde bulunamaz.

her yerde
no matter where
her yerde
left right and centre
ikamet etme (bir yerde)
abode
olay (bir yerde) geçmek
take place
olay (bir yerde) geçmek
come about
olay (bir yerde) geçmek
occur
olmak (bir yerde)
stand
yer
(Bilgisayar) topo
yer
residence
yer
(Askeri) catchall
yer
housing
yer
trace

The police looked everywhere and could find no trace of Tom. - Polis her yere baktı ve Tom'la ilgili hiçbir iz bulamadı.

This security system allows us to trace employees movements anywhere they go. - Bu güvenlik sistemi çalışanların hareketlerini gittikleri yerde izlemelerine izin verir.

yer
(Havacılık) spool
yer
duty

I will do my duty to the best of my ability. - Görevimi yapabildiğim en iyi şekilde yerine getireceğim.

Try to fulfill your duty. - Görevini yerine getirmeye çalış.

yer
party

The floor was strewn with party favors: torn noisemakers, crumpled party hats, and dirty Power Ranger plates. - Yer partiden kalanlar yüzünden dağınıktı: Yırtık gürültüyapıcılar, kırışık parti şapkaları, ve kirli Power Ranger tabakları.

I'm really glad you decided to come to our party instead of staying at home. - Evde kalma yerine partimize gelmenize karar verdiğinize gerçekten memnun oldum.

yer
bin

I use a three-ring binder for all my subjects instead of a notebook for each one. - Her biri için bir dizüstü bilgisayar yerine bütün konularım için üç halkalı klasör kullanırım.

yer
facility
yer
swatch
yer
venture
yer
point

Tom pointed to where Mary was standing. - Tom Mary'nin durduğu yeri gösterdi.

Tom pointed to the ground. - Tom yere işaret etti.

yer
feature
yer
(Bilgisayar) in
yer
terrane
yer
yard
yer
employment
yer
scar

This is a very scary place. - Bu çok korkutucu bir yer.

She's out there somewhere alone and scared. - O orada bir yerde yalnız ve korkmuş.

yer
mark

On your marks, get set, go! - Yerlerinize... Hazır... Başla!

Markku joined the local football club. - Markku yerel futbol kulübüne katıldı.

yer
subterranean
yer
{i} whereabouts

We have no idea about his whereabouts. - Onun bulunduğu yer hakkında hiç bir fikrimiz yok.

Dan lied about his whereabouts. - Dan bulunduğu yer hakkında yalan söyledi.

yer
site

The investigators gathered evidence from the crash site. - Araştırmacılar kaza yerinden delil topladılar.

This site is ideal for our house. - Bu yer bizim ev için idealdir.

yer
locality
yer
situs
yer
room

There is no room to doubt that he is a gifted artist. - Onun yetenekli bir sanatçı olduğundan şüphe etmeye yer yok.

Is there any room to spare in your car? - Arabanızda ayıracak yer var mı?

yer
earth

Water covers about 70% of the earth. - Su, yeryüzünün yaklaşık %70'ini kaplamaktadır.

In an earthquake, the ground can shake up and down, or back and forth. - Bir depremde, yer yukarı ve aşağı ya da geriye ve ileriye sallanabilir.

yer
seat

Tom saved Mary a seat. - Tom Mary'ye bir yer ayırdı.

Tom got into the driver's seat and drove off. - Tom sürücünün yerine oturdu ve uzaklaştı.

yer
situation

Why don't you actually consider your situation instead of just chancing it? - Sadece onu değiştirmek yerine, neden durumunu gerçekten düşünmüyorsun?

If I were you, I would have done the same thing in such a difficult situation. - Yerinde olsam, böyle zor bir durumda aynı şeyi yaparım.

yer
abode
aynı yerde aynı zamanda
same time same place
aynı yerde aynı zamanda
at the same time, same place
aynı yerde saymak
spin your wheelsto waste time doing things that achieve nothing
sakinler, bir yerde oturanlar
residents, those living in one place
yer
the land
yer
{i} slot
yer
placing
yer
place of
Bir yerde bir aksaklık var
There's a hitch somewhere
Yer
(Tıp) locum
ahı tutmak / yerde kalmamak
to have one's curse take effect
ahır gibi yerde yaşamak
pig it
ahır gibi yerde yaşamak
pig
aklı başka yerde
a long way off
anormal bir yerde
ectopic
ateşle barut bir arada/ yerde olmaz/durmaz
(Atasözü) It is dangerous to leave a young couple alone together
aynı anda her yerde bulunma
ubiquity
aynı yerde
ibid
aynı yerde
ibidem
başka yerde
otherwhere
başka yerde kalmak
stay away
bilinmeyen bir yerde
in the middle of nowhere
bir yerde
a) somewhere, someplace b) anywhere c) as it were
bir yerde borusu öten kişi
(deyim) cock of the walk
bir yerde durmak (mola vb)
stop at
bir yerde imal edilen
manufactured in
bir yerde imal edilmiş
manufactured in
bir yerde kalmak
(Argo) jackshay
bir yerde saplanıp kalmak
get bogged down in
bir yerde yerleşmişlik
sedentariness
bir yerde çakılı kalmak
stick around
birdenbire durmak (bir yerde)
stop short at
birçok yerde
passim
bol olmak (bir yerde)
abound with
diği yerde
where
durduk yerde
without rhyme or reason
dığı yerde
wherewith
elin erişebileceği yerde
(Konuşma Dili) within an arm's reach
gezinmek (bir yerde)
perambulate
gizli bir yerde
in secret
gizli yerde saklanan şey
cache
gökte ararken yerde bulmak
to find/meet (sb/sth) unexpectedly
gözle görünür yerde
within sight
gözle görünür yerde
in sight
güvenli bir yerde
under lock and key
hak yerde kalmaz
(Atasözü) Justice wins in the end
her yerde
at every turn
her yerde
all over

I looked all over for Tom. - Tom'u her yerde aradım.

Tom was looking all over for you. - Tom her yerde seni arıyordu.

her yerde
far and near
her yerde
everywhere, all over, high and low
her yerde
everywhere

She is an excellent scholar, and is recognized everywhere as such. - O, mükemmel bir bilim adamıdır, bu itibarla her yerde tanınır.

A function that is differentiable everywhere is continuous. - Ayırdedilebilir bir işlev her yerde süreklidir.

her yerde aramak
search high and low
her yerde birden bulunma
omnipresence
her yerde bulunan
immanent
her yerde bulunma
immanency
her yerde bulunma
immanence
her zaman her yerde var olan
omnipresent
herhangi bir yerde
somewhere

I have Tom's address somewhere. - Herhangi bir yerde Tom'un adresine sahibim.

hiçbir yerde
nowhere

The other shoe was nowhere in the store. - Diğer ayakkabı mağazada hiçbir yerdeydi.

Tom was nowhere to be found. - Tom bulunacak hiçbir yerdeydi.

hiçbir yerde
(used with a negative verb) anywhere at all, in any place whatsoever; nowhere at all; anywhere; nowhere, in no place
hiçbir yerde
anywhere

I can't find my umbrella anywhere. - Şemsiyemi hiçbir yerde bulamıyorum.

You can't buy it anywhere but there. - Oradan başka hiçbir yerde onu alamazsın.

hiçbir yerde/yere
nowhere
hocanın vurduğu yerde gül biter
(Atasözü) Children benefit from the beatings their teachers give them
içeri sığmayanların başka yerde toplanması
overflow meeting
kalmak (bir yerde)
tarry
kolay ulaşılır yerde
within easy reach
koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler
(Atasözü) An inferior thing seems first-rate to those who have never known anything better
kâlbime yakın bir yerde bir ağrı var
I have a pain near my heart
kışı ılıman bir yerde geçirmek
hibernate
otur otruduğun yerde
don't get involved
oturan kimse (bir yerde)
inhabitant
oyunda yerde toplanan kâğıtlar
trick
pasaportumu hiçbir yerde bulamıyorum
I can't find my passport anywhere
rastgele yerde gömme
(Askeri) isolated burial
ringe yakın yerde
at the ringside
sapa yerde
at the back of beyond
serin yerde tutunuz
keep cool
sigara içilen yerde bir masa istiyorum
I would like a table in a smoking area
sigara içilen yerde oturabilir miyim
Can I sit in a smoking area
sigara içilmeyen yerde bir masa istiyorum
I would like a table in a non smoking area
sigara içilmeyen yerde oturabilir miyim
Can I sit in a non smoking area
suç anında başka yerde olduğu iddiası
alibi
suç anında başka yerde olduğunu kanıtlamak
establish one's alibi
suç mahallinden başka yerde
alibi
sıkışıp kalmak (bir yerde)
stick with in
verimsiz yerde petrol veren kuyu
wildcat
verimsiz yerde petrol veren kuyu
wildcatting
vıcık vıcık yerde yürümek
squish
yasak yerde avlanan kişi
poacher
yer
station

The station is situated in between the two towns. - İstasyon iki şehir arasında yer almaktadır.

There is a large parking lot in front of the station. - İstasyonun önünde büyük bir park yeri vardır.

yer
geo

Georgia is his native state. - Gürcistan onun yerli devletidir.

George III has been unfairly maligned by historians. - George III, tarihçiler tarafından haksız yere kötü muamele gördü.

yer
(a) seat; (a) room: Matine için iki yer ayırttım. I've reserved two seats for the matinée. Lokantada dört kişilik bir yer buldum. I found a table for four in the restaurant. Bu otelde boş yer yok. This hotel has no vacant rooms
yer
place; spot; position; location: Kandilli fevkalade güzel bir yer. Kandilli is an extraordinarily beautiful place. Senin yerin burası. This is your place./This is where you're to be. Eğlence yeri değil burası; ciddi bir işyeri. This isn't a place you come to in order to amuse yourself; it's a place where business is transacted in a serious way. Yerimde olsaydın ne yapardın? If you'd been in my shoes what would you have done? Feramuz Paşa'nın tarihteki yeri pek önemli sayılamaz. Feramuz Pasha's place in history cannot be reckoned an important one. Bu evin yeri hoşuma gidiyor. I like this house's location. Ağrının yerini daha iyi tarif edemez misiniz? Can't you describe more clearly where the pain is?
yer
mark (left by something): yara yeri scar left by a wound
yer
the earth, the ground: Yere düştü. He fell to the ground. Bütün parası yerde gömülü. All of his money is buried in the ground
yer
premises
yer
floor: Bebek yerde emekliyor. The baby's crawling on the floor. Yerler halı kaplıydı. The floors were covered with rugs
yer
place; location, spot, point; ground; floor; seat; space, room; situation, employment, duty; mark, scar, trace; earth
yer
platform
yer
locale
yer
space

I had to leave out this problem for lack of space. - Yer yokluğu yüzünden bu sorunu atlamak zorunda kaldım.

In the U.S., there are more prisoners than there is jail space for them. So the prisons are overcrowded. - Amerika'da hapishanede mahkumlar için ayrılan yer mahkumlara yeterli değildir.Bu yüzden hapishaneler çok kalabalıktır.

yer
standing

Tom walked over to where Mary was standing. - Tom Mary'nin durduğu yere doğru yürüdü.

Tom pointed to where Mary was standing. - Tom Mary'nin durduğu yeri gösterdi.

yer
area

This area was first settled by the Dutch more than two hundred years ago. - Bu araziye ilk olarak iki yüzyıldan uzun bir süre önce Hollandalılar tarafından yerleşildi.

All the seating areas are taken. - Tüm oturma yerleri tutulmuş.

yer
mother earth
yer
terrain, region, area
yer
space, room: Otobüsün arka tarafında yer yok. There's no room in the back of the bus
yer
(Askeri) geolocation code file; standard specified geographic location file
yer
importance, place of importance: Bu maddenin sanayideki yeri yadsınamaz. It can't be denied that this material is of importance for industry
yer
post

Instead of coming directly home, I took the long way and stopped by the post office. - Doğrudan eve gelme yerine uzun bir yol yürüdüm ve postanenin yanında durdum.

Instead of posting here, use Twitter. - Buraya posta gönderme yerine Twitter'ı kullan.

yer
glebe
yer
terraneous
yer
the earth, the planet earth
yer
position

All the players were in position. - Bütün oyuncular yerlerindeydi.

Were I in your position, I would do it at once. - Yerinde olsam, onu derhal yaparım.

yer
stead

The president did not come, but sent the vice-president in his stead. - Başkan gelmedi ama, yerine başkan yardımcısını gönderdi.

If you can't come, send someone in your stead. - Eğer gelemiyorsan senin yerine birini gönder.

yer
locus
yer
ubiety; pew
yer
place, position (of employment)
yer
footing
yer
passage or part (of something written or spoken): Söylevimin bu yeri alkışlanmaya değer, değil mi? This part of my speech merits applause, doesn't it?
yer
piece of land, piece of property: Kalamış'ta bir yer aldık. We bought a piece of property in Kalamış
yer
lampoon

It's easy to lampoon their ideas now, but they seemed quite reasonable at the time. - Şu an onların fikirlerini yermek kolay, fakat onlar o zaman epey haklı göründü.

yer
billet
yer
whither
yer
{i} ubiety
yer
whence
çamurlu yerde büyüyen
uliginose
English - English

Definition of yerde in English English dictionary

yer
you

'Still, yer got nice looks,' said Ella.

yer
yeah; yes
yer
your

'Make yer way down to the station,' he said.

yer
you're

Yer a lotta nosey parkers.

yer
Yer is used in written English to represent the word `you' when it is pronounced informally. I bloody told yer it would sell. your or you
yer
Ere; before
yer
pron. (Informal) your
yer
{e} ere; before (Archaic)
yer
Yer is used in written English to represent the word `your' when it is pronounced informally. Mister, can we 'elp to carry yer stuff in?
Turkish - Turkish

Definition of yerde in Turkish Turkish dictionary

Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler.
(Atasözü) "Ortamda tecrübeli veya ehil insanlar bulunmadığında, tecrübesiz veya toy insanlara hakettiğinin üstünde önem gösterilir" anlamında bir söz
koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler
(Atasözü) ortamda tecrübeli veya ehil insanlar bulunmadığında, tecrübesiz veya toy insanlara hakettiğinin üstünde önem gösterilir
Yer
nokta
Yer
(Hukuk) MAHAL
Yer
(Osmanlı Dönemi) RİMM
Yer
(Osmanlı Dönemi) MEVKİ'
Yer
(Osmanlı Dönemi) HAYYİZ
Yer
yan
ara yerde
Arada
yer
Herhangi bir şeye, bir işe ayrılmış bölüm veya alan
yer
Bulunulan, yaşanılan, oturulan şehir, kasaba, mahalle
yer
Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân: "İzinsiz bir yere gitmek ne haddime?"- M. Ş. Esendal
yer
Gezinilen, ayakla basılan taban
yer
Yer yuvarı, yerküre, dünya
yer
Bulunulan, yaşanılan, oturulan şehir, kasaba, mahalle: "Anadolu'nun bazı yerlerinde eski bir kocakarı itikadı vardır."- R. N. Güntekin
yer
Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân
yer
Durum, konum
yer
Ülke, bölge
yer
Önem
yer
Durum, konum, vaziyet
yer
Durum, konum, vaziyet. Ülke, bölge
yer
Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye
yer
Gezinilen, ayakla basılan taban: "Ayıp bir şey gördü mü kulaklarına kadar kızarıyor, gözünü yerde bir noktaya dikip öylece kalakalıyordu."- H. Taner
yer
Görev, makam
yer
Görev, makam: "Askerden gelirse bakalım bir yere yerleştirebilecek miyiz?"- M. Ş. Esendal. Önem
yer
Ekime elverişli toprak parçası, arazi
yer
İz
yer
Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa
yer
Otel, motel vb.nde kalınacak oda
yer
Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye: "Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi."- H. Taner
yer
Bir olayın geçtiği veya geçeceği bölüm, alan, mahal
yer
Herhangi bir şeye, bir işe ayrılmış bölüm veya alan. İz. Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa
yer
(Osmanlı Dönemi) mekân
yüzü yerde
Alçak gönüllü
English - Turkish

Definition of yerde in English Turkish dictionary

soluğu (bir yerde) almak
get a place in no time flat
yerde
Favorites