sadece

listen to the pronunciation of sadece
Turkish - English
just

I'm just going to rest during the summer vacation. - Yaz tatili sırasında sadece dinleneceğim.

Jazz isn't dead, it just smells funny. - Caz ölmedi, sadece komik kokuyor.

merely

She was merely stating a fact. - O sadece bir gerçeği ifade ediyordu.

Don't look down on him merely because he is poor. - Sadece fakir olduğu için ona tepeden bakma.

solely

From the standpoint of ecology, Antarctica should be reserved solely for research, not for tourism or for commercial exploration. - Ekoloji açısından, Antarktika turizm için ya da ticari keşif için değil, sadece araştırma için korunmalıdır.

only

The past can only be known, not changed. The future can only be changed, not known. - Geçmiş sadece bilinir, değişmez. Gelecek ise sadece değişir, bilinmez.

Walking from the station to the house takes only five minutes. - İstasyondan yürüyerek eve gitmek sadece beş dakika.

purely

This happened purely by accident. - Bu sadece kazara oldu.

This trip is purely for pleasure. - Bu yolculuk sadece zevk içindir.

alone

Please just leave me alone. I want to think. - Lütfen sadece beni yalnız bırak. Düşünmek istiyorum.

They just wanted to be left alone. - Sadece yalnız bırakılmak istediler.

simply

Patients often die simply because they yield to their diseases. - Hastalar çoğunlukla sadece hastalıklarına boyun eğdikleri için ölürler.

This is why Tatoeba is multilingual. But not that kind of multilingual. Not the kind where languages are simply being paired up together, and where some pairs are left behind. - Tatoeba'nın çok dilli olmasının nedeni budur. Fakat o tür çok dilli değil. Dillerin sadece birlikte eşleştirildiği ve bazı çiftlerin geride bırakıldığı tür değil.

barely

Tom just barely passed the test. - Tom testi sadece zar zor geçti.

pure and simple
none but
not only

The singer is famous not only in Japan but also in Europe. - Şarkıcı sadece Japonya'da değil, aynı zamanda Avrupa'da da ünlü.

Not only did I eat pilaf, but I also ate kebabs. - Sadece pilav değil, kebap da yedim.

such

You're very lucky you know! A such thing happen only once in a lifetime. - Bilirsin çok şanslısın! Böyle bir şey bir ömür boyu sadece bir kez olur.

I'm just trying to figure out why someone would do such a thing. - Ben sadece birinin neden böyle bir şey yapacağını anlamaya çalışıyorum.

nothing but

Gabriel took nothing but the hot soup and a little sherry. - Gabriel sadece sıcak çorba ve biraz şeri içti.

Difference between the past, present, and future is nothing but an extremely widespread illusion. - Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece çok yaygın yanılsamadan başka bir şey değildir.

only, solely, merely, just
itself

The universe exists only because of life, and everything that lives feeds itself. - Evren sadece hayattan dolayı vardır ve yaşayan her şey kendini besler.

History is merely repeating itself. - Tarih sadece kendini tekrarlıyor.

nigh but
exclusively

Penguins live almost exclusively in the Southern Hemisphere. - Penguenler neredeyse sadece Güney Yarımküre'de yaşarlar.

I read detective stories exclusively. - Ben sadece dedektif hikayeleri okurum.

but

Not only you but I also was to blame. - Sadece sen değil aynı zamanda ben de suçlanacaktım.

Her book is famous not only in England but also in Japan. - Onun kitabı sadece İngiltere'de ünlü değil, Japonya'da da ünlü.

nothing else

Strive only for self-interest and nothing else. - Sadece kendi çıkarlarınız için çaba gösterin ve başka hiçbir şey yapmayın.

You just have to wait. There's nothing else you can do. - Sadece beklemek zorundasın. Yapabileceğin başka bir şey yok.

mere

The mere sight of a dog made her afraid. - Bir köpeğin sadece bakışı onu korkuttu.

The mere thought of a snake makes me shiver. - Bir yılanı sadece düşünmek beni titretiyor.

nothing more or less than
provided

The king had only one child, and that was a daughter, so he foresaw that she must be provided with a husband who would be fit to be king after him. - Kralın sadece bir çocuğu vardı ve o bir kızdı, bu yüzden ona ondan sonra kral olmak için uygun olacak bir koca temin edilmesi gerektiğini öngördü.

nothing more than
sole

From the standpoint of ecology, Antarctica should be reserved solely for research, not for tourism or for commercial exploration. - Ekoloji açısından, Antarktika turizm için ya da ticari keşif için değil, sadece araştırma için korunmalıdır.

just in

Tom said he was just interested in helping Mary. - Tom sadece Mary'ye yardım etmekle ilgilendiğini söyledi.

He is not just interested, he's crazy about it. - O onunla sadece ilgilenmiyor, ona deli oluyor.

only if

If and only if the ice-cream is vanilla flavour will Xiao Wang eat it. - Xiao Wang eğer sadece vanilyalıysa dondurmayı yiyecek.

Tom can walk only if he has his cane. - Tom sadece bastonu olursa yürüyebilir.

the just
only to

You have only to ask for his help. - Sadece onun yardımını istemek zorundasın.

He will be only too glad to help you. - Sadece ,sana yardım etmekten çok hoşnut olacak.

the only

Why am I the only one they complain of? They're just making an example out of me and using me as a scapegoat. - Niçin onların şikâyet ettikleri sadece benim? Onlar sadece beni örnek veriyorlar ve beni bir günah keçisi olarak kullanıyorlar.

The only people standing in front of the building are policemen. - Sadece binanın önünde duran insanlar polis.

only when

Use the highest heat settings only when you're ironing fabrics made of natural fibers like cotton or linen. - Sadece pamuk ve keten gibi doğal liflerden yapılmış kumaşları ütülerken en yüksek ısı ayarlarını kullanın.

It's only when I have things I have to do, that I find I want to do things I don't have to do. - Sadece yapacak bir şeyim olduğunda, zorunda olmadıklarımı yapmaya hevesliyim.

only as
plain

I'm just a plain old office worker. - Ben sadece düz eski bir ofis çalışanıyım.

Plain white paper will do. - Sadece beyaz kağıt yeterli.

providing
sadece kenarlardan alın
Just take some off the edges
sadece ve sadece
only if/only when/only : - "Call me only if your cold gets worse."
sadece akıl veren
armchair
sadece anneden olan akrabalık
halfblood
sadece aptallar
none but fools
sadece babadan olan kan bağı
halfblood
sadece beni ilgilendirir
that's just my bag
sadece bu değil
not only this
sadece elde yıkama
Handwash only
sadece etrafa bakıyorum
I'm just looking around
sadece eğlenmek için
just for the fun
sadece gerekli olanları yapın
Just do the essentials
sadece gönderme için kriptolanmış
(Askeri) encrypt for transmission only
sadece ikimiz
just the two of us
sadece ikincil radar verisi
(Askeri) secondary radar data only
sadece kendini merkez alan
egocentric
sadece kişisel kullanım için eşyalarım var
I only have articles for personal use
sadece kuru temizleme
dry clean only
sadece merhabalaşmak
be on nodding terms
sadece nakit
Cash only
sadece salata rica ediyorum
I would like just a salad
sadece saçlarım ucunu kesip düzeltiniz lütfen
just a trim please
sadece sen
none but you
sadece tıraş bıçağı
Razors only
sadece yelkenleri görülen
hull down
ana renklerin sadece ini ayırdedebilen
dichromatic
burası sadece yayalara açık
This is a pedestrian street only
deniz astsubay kıdemli başçavuş; sadece tamamlanmış hükümler
(Askeri) chief petty officer; complete provisions only
elektro-optik; son ofis; eşit fırsat; icra emri; sadece gözler
(Askeri) electro-optical; end office; equal opportunity; executive order; eyes only
elektronik olarak silinebilir programlanabilir ve sadece okunabilir hafıza
(Askeri) electronic erasable programmable read-only memory
hastalığın sadece kafada olduğuna inanan mezhep
Christian Science
silinebilir programlanabilir sadece okunabilir hafıza
(Askeri) erasable programmable read-only memory
Turkish - Turkish
Başka bir şey bulunmaksızın, yalnızca, ancak, sade
Başka bir şey bulunmaksızın, yalnızca, ancak, sade: "Her millette olduğu gibi, bizde de kelimeleri, şiir canlandırmış, nesir sadece kullanmıştır."- Y. K. Karaosmanoğlu
bir
(Osmanlı Dönemi) MAHZ
sadece
Favorites