Accuracy is important in arithmetic.
- Doğruluk aritmetikte önemlidir.
Office managers expect accuracy, efficiency, and dedication.
- Müdürler çalışanlardan doğruluk,verimlilik ve adanmışlık bekler.
There is a certain amount of truth in what he's saying.
- Onun söylediklerinde bir miktar doğruluk var.
Let's play truth or dare.
- Doğruluk mu cesaret mi oynayalım.
Honesty is very important.
- Doğruluk çok önemlidir.
I'm not afraid of political correctness.
- Politik doğruluktan korkmuyorum.
We need strong leaders who are not afraid to stand up to political correctness.
- Politik doğrulukları savunmaya korkmayan güçlü liderlere ihtiyacımız var.
His answer is far from right.
- Onun yanıtı doğruluktan uzak.
They're not afraid of political correctness.
- Onlar politik doğruluktan korkmuyor.
Discuss whether the idea of political correctness is beneficial or harmful.
- Politik doğruluk fikrinin yararlı mı yoksa zararlı mı olup olmadığını tartışın.
His story may not be true.
- Hikâyesi doğru olmayabilir.
I'll be damned if it's true.
- Eğer o doğruysa mahvoldum demektir.
The sentence is not grammatically accurate.
- Cümle dil bilgisi yönünden doğru değildir.
Honestly, I am not the most accurate person on earth.
- Dürüst olmak gerekirse, ben dünyada en doğru kişi değilim.
Your hypothesis is correct.
- Hipoteziniz doğrudur.
Don't change sentences that are correct. You can, instead, submit natural-sounding alternative translations.
- Doğru olan cümleleri değiştirmeyin. Yerine doğal görünen alternatif çeviriler ekleyebilirsiniz.
All you have to do is to tell the truth.
- Tüm yapmanız gereken doğruyu söylemektir.
She speaks the truth.
- Onun konuşması doğrudur.
One of these two methods is right.
- Bu iki yöntemden biri doğrudur.
The right mind is the mind that does not remain in one place.
- Doğru akıl bir yerde kalmayan akıldır.
Jane will get straight A's.
- Jane doğrudan A alacaktır.
After the meeting she headed straight to her desk.
- Toplantıdan sonra o doğrudan masasına doğru yöneldi.
In a time-bound society time is seen as linear- in other words as a straight line extending from the past, through the present, to the future.
- Zamana bağlı bir toplumda zaman lineer olarak görülür-yani geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe doğru uzanan düz bir çizgi olarak.
Everyone has the right to take part in the government of his country, directly or through freely chosen representatives.
- Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir.
Tom crawled into bed just before midnight.
- Tom tam gece yarısından önce yatağa doğru gitti.
Hope is when you suddenly run to the kitchen like a mad man to check if the empty chocolate cookie box you just finished an hour ago is magically full again.
- Ümit; bir saat önce bitirdiğin çikolatalı çörek kutusunun sihirle tekrar dolup dolmadığını kontrol etmek için çılgın bir adam gibi birdenbire mutfağa doğru koştuğundadır.
He is the proper person for the job.
- O, iş için doğru kişidir.
The ship made for the shore.
- Gemi kıyıya doğru gitti.
Tom is telling the truth, I'm fairly certain.
- Tom doğruyu söylüyor, ben oldukça eminim.
As soon as the three doctors had left the room, the Fairy went to Pinocchio's bed and, touching him on the forehead, noticed that he was burning with fever.
- Üç doktor odadan çıkar çıkmaz Peri, Pinokyo'nun yatağına doğru gitti ve alnına dokununca onun ateşler içinde yandığını gördü.
Due to Tom's behavior, the court is convinced that Mary's account is accurate.
- Tom'un davranışı nedeniyle mahkeme Mary'nin hesabının doğru olduğuna inanıyor.
That wasn't exactly true.
- O tam olarak doğru değildi.
That isn't exactly right.
- Bu tam olarak doğru değil.
More precisely, it is the question of the meaning of life.
- Daha doğrusu, hayatın anlamı sorunudur.
We're all a little scared, to be honest.
- Doğrusu hepimiz biraz korktuk.
I honestly have no idea.
- Doğrusu hiçbir fikrim yok.
The newest version uses facial-recognition software to validate a login.
- Yeni sürümü bir giriş doğrulamak için yüz tanıma yazılımı kullanır.
Can you validate this parking ticket?
- Bu otopark biletini doğrulayabilir misin?
Is it all right to use a flash here?
- Burada bir flaş kullanmak doğru mu?
I thought Tom did all right.
- Tom'un tamamen doğru yaptığını düşünüyordum.
The difference between you and me is that I'm actually interested in trying to do what is right.
- Seninle benim aramdaki fark benim aslında doğru olanı yapmaya çalışmakla ilgileniyorum olmam.
That's actually not true.
- O aslında doğru değil.
It's dangerous to assume that all of the sentences in the Tatoeba Corpus are correct and suitable for language study.
- Tatoeba külliyatındaki tüm cümleleri, dil eğitimi için doğru ve uygun saymak tehlikelidir.
And yet, the contrary is always true as well.
- Ne var ki aksi de her zaman doğrudur.
If I remember correctly, that's the song Tom sang at Mary's wedding.
- Eğer doğru hatırlıyorsam, o, Tom'un Mary'nin düğününde söylediği şarkı.
If I remember correctly, Tom sold his car to Mary for just 500 dollars.
- Eğer doğru hatırlıyorsam, Tom arabasını Mary'ye sadece 500 dolara sattı.
A lie can travel halfway around the world while the truth is putting on its shoes.
- Doğru, daha ayakkabılarını giyememişken; yalan, dünyanın öbür ucuna gitmiştir bile.
Instead of beating around the bush, Jones got straight to the point.
- Lafı dolandırmak yerine, Jones doğrudan konuya girdi.
The story may sound strange, but it is true.
- Hikaye garip gelebilir , ama doğru.
Everyone can help ensure that sentences sound correct, and are correctly spelled.
- Herkes cümlelerin doğru seslendirilmesini ve doğru bir biçimde yazılmasını sağlamak için yardımcı olabilir.
I admire his forthrightness.
- Onun doğruluğuna hayranım.
He is the proper person for the job.
- O, iş için doğru kişidir.
Let's do this properly.
- Hadi bunu doğru düzgün yapalım.
More precisely, it is the question of the meaning of life.
- Daha doğrusu, hayatın anlamı sorunudur.
The validation methodology was based also on Bowling's reports.
- Doğrulama yöntemi Bowling'in raporlarına da dayanıyordu.
Tom walked down into the basement.
- Tom bodruma doğru yürüdü.
Why don't you tell her directly?
- Neden doğrudan ona söylemiyorsun?
Everyone has the right to take part in the government of his country, directly or through freely chosen representatives.
- Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir.
I want to be as truthful as possible.
- Mümkün olduğu kadar doğru olmak istiyorum.
I think Tom is truthful.
- Tom'un doğru olduğunu düşünüyorum.
The submarine had to break through a thin sheet of ice to surface.
- Denizaltı yüzeye doğru ince bir buz tabakasını yarıp geçmek zorunda kaldı.
The man looked at Tom, then vanished through the stage door out into the dark London street.
- Adam Tom'a baktı, sonra sahne kapısından dışarı karanlık Londra caddesine doğru gözden kayboldu.
In a time-bound society time is seen as linear- in other words as a straight line extending from the past, through the present, to the future.
- Zamana bağlı bir toplumda zaman lineer olarak görülür-yani geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe doğru uzanan düz bir çizgi olarak.
That wasn't exactly true.
- O tam olarak doğru değildi.
That's not exactly an accurate comparison.
- O tam olarak doğru bir karşılaştırma değil.
I don't know if that's true.
- Onun doğru olup olmadığını bilmiyorum.
Tom thinks that's true.
- Tom onun doğru olduğunu düşünüyor.
Everyone has the right to take part in the government of his country, directly or through freely chosen representatives.
- Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir.
Mark the right answer.
- Doğru cevabı işaretleyin.
A policeman came up to him.
- Bir polis ona doğru geldi.
He came straight up to me.
- O, dosdoğru bana doğru geldi.
I never said that he was righteous.
- Onun doğru olduğunu hiç söylemedim.
Tom threw a pillow at Mary and the pillow hit her squarely in the face.
- Tom Mary'ye bir yastık attı ve yastık doğrudan onun yüzüne çarptı.
If my parents punished me for something I didn't do, I would tell them the truth and try to convince them of my innocence.
- Eğer yapmadığım bir şey için ailem beni cezalandırdıysa , onlara doğruları söylerdim ve benim masumiyetle ilgili onları ikna etmeye çalışırdım.
She speaks the truth.
- Onun konuşması doğrudur.
He is usually straightforward and sincere and thereby gains the confidence of those who meet him.
- O genellikle doğru sözlü ve içten ve bu sebeple onunla tanışanların güvenini kazanır.
He tossed the ball towards the wall.
- Topu duvara doğru çekti.
He went to the beach, and looked far across the sea toward the horizon.
- O plaja gitti, ve denizin üzerinden ufka doğru baktı.
Never let your sense of morals prevent you from doing what is right.
- Ahlak anlayışının seni doğru olanı yapmaktan alıkoymasına asla izin verme.
The arc of the moral universe is long, but it bends toward justice.
- Ahlaki evrenin yayı uzun, ancak adalete doğru eğilir.
His handwriting slants forwards, whereas hers slants backwards.
- Onunki geriye doğru eğimli iken onun el yazısı ileri doğru eğimlidir.
Why is it easier to park the car backwards than forwards?
- Arabayı geriye doğru park etmek neden ileriye doğru park etmekten daha kolaydır?
Tom and his friends headed towards the beach.
- Tom ve arkadaşları sahile doğru gitti.
The woman stood up from the chair and looked towards the door.
- Kadın sandalyeden kalktı ve kapıya doğru baktı.