In fact, it's a great surprise to see you here.
- Doğrusu, seni burada görmek büyük bir sürpriz.
I honestly have no idea.
- Doğrusu hiçbir fikrim yok.
Honestly, I really like you.
- Doğrusu, seni gerçekten seviyorum.
As a matter of fact, I do speak Spanish.
- Doğrusunu isterseniz, İspanyolca konuşurum.
As a matter of fact, she is my sister.
- Doğrusunu isterseniz o benim kız kardeşim.
Frankly, my dear, I don't give a damn.
- Doğrusu, canım, vız gelir tırıs gider.
What is love? To tell the truth, I still don't know what it is.
- Aşk nedir? Doğrusunu söylemek gerekirse, hala bilmiyorum ne olduğunu.
To tell the truth, I'm tired of violent movies.
- Doğrusunu söylemek gerekirse, ben şiddet filmlerinden bıktım.
Indeed you know a lot of things, but you're not good at teaching them.
- Doğrusu çok şey biliyorsunuz ama onları öğretmede iyi değilsiniz.
Indeed, he could have bitten off his tongue.
- Doğrusunu söylemek gerekirse, o, dilini koparabilirdi.
Strictly speaking, tomatoes aren't vegetables, but rather fruits.
- Doğrusunu istersen, domates sebze değildir, bilakis meyvedir.
Strictly speaking, tomatoes aren't vegetables, but rather fruits.
- Doğrusunu istersen, domates sebze değildir, bilakis meyvedir.
Honestly, there's nothing to worry about.
- Doğrusu, endişelenecek bir şey yok.
I honestly didn't think Tom would show up.
- Doğrusu Tom'un ortaya çıkacağını düşünmemiştim.
The story seems true.
- Hikâye doğru görünüyor.
I'll be damned if it's true.
- Eğer o doğruysa mahvoldum demektir.
My watch is more accurate than yours.
- Saatim sizinkinden daha doğru.
The clock on that tower is accurate.
- O kuledeki saat doğrudur.
Don't change sentences that are correct. You can, instead, submit natural-sounding alternative translations.
- Doğru olan cümleleri değiştirmeyin. Yerine doğal görünen alternatif çeviriler ekleyebilirsiniz.
Regardless of the amount, Brian wants the correct, entire amount by next week.
- Miktarı göz önünde bulundurmaksızın,Brian gelecek haftaya kadar doğru,tam miktar istiyor.
To tell the truth, I am not your father.
- Doğruyu söylemek gerekirse, ben senin baban değilim.
All you have to do is to tell the truth.
- Tüm yapmanız gereken doğruyu söylemektir.
The right mind is the mind that does not remain in one place.
- Doğru akıl bir yerde kalmayan akıldır.
Everyone has the right to take part in the government of his country, directly or through freely chosen representatives.
- Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir.
Jane will get straight A's.
- Jane doğrudan A alacaktır.
Show us the straight path.
- Bize doğru yolu göster.
The man looked at Tom, then vanished through the stage door out into the dark London street.
- Adam Tom'a baktı, sonra sahne kapısından dışarı karanlık Londra caddesine doğru gözden kayboldu.
Through trial and error, he found the right answer by chance.
- Deneme yanılma yoluyla doğru cevabı buldu.
Hope is when you suddenly run to the kitchen like a mad man to check if the empty chocolate cookie box you just finished an hour ago is magically full again.
- Ümit; bir saat önce bitirdiğin çikolatalı çörek kutusunun sihirle tekrar dolup dolmadığını kontrol etmek için çılgın bir adam gibi birdenbire mutfağa doğru koştuğundadır.
Tom showed up at just the right moment.
- Tom tam doğru zamanda geldi.
The sun having set, we all started for home.
- Güneş batarken, hepimiz eve doğru hareket ettik.
We've found him to be the right man for the job.
- Biz, onun bu iş için doğru adam olduğunu keşfettik.
As soon as the three doctors had left the room, the Fairy went to Pinocchio's bed and, touching him on the forehead, noticed that he was burning with fever.
- Üç doktor odadan çıkar çıkmaz Peri, Pinokyo'nun yatağına doğru gitti ve alnına dokununca onun ateşler içinde yandığını gördü.
Tom is telling the truth, I'm fairly certain.
- Tom doğruyu söylüyor, ben oldukça eminim.
Does a government have to serve ideologies, or rather, the interests of the people?
- Bir hükümet ideolojiler mi sunmak zorunda? Daha doğrusu insanların çıkarlarına mı hizmet etmek zorunda?
I don't feel good or rather, I feel terrible.
- İyi hissetmiyorum veya daha doğrusu, kötü hissediyorum.
Due to Tom's behavior, the court is convinced that Mary's account is accurate.
- Tom'un davranışı nedeniyle mahkeme Mary'nin hesabının doğru olduğuna inanıyor.
That's not exactly true.
- O tam olarak doğru değil.
That isn't exactly right.
- Bu tam olarak doğru değil.
More precisely, it is the question of the meaning of life.
- Daha doğrusu, hayatın anlamı sorunudur.
Honestly, I am not the most accurate person on earth.
- Dürüst olmak gerekirse, ben dünyada en doğru kişi değilim.
I honestly didn't think Tom would show up.
- Doğrusu Tom'un ortaya çıkacağını düşünmemiştim.
The newest version uses facial-recognition software to validate a login.
- Yeni sürümü bir giriş doğrulamak için yüz tanıma yazılımı kullanır.
Can you validate this parking ticket?
- Bu otopark biletini doğrulayabilir misin?
He is not what is called a genius. Rather, he is a hard worker.
- Ona dahi denilmez, daha doğrusu o çalışkan bir işçidir.
Does a government have to serve ideologies, or rather, the interests of the people?
- Bir hükümet ideolojiler mi sunmak zorunda? Daha doğrusu insanların çıkarlarına mı hizmet etmek zorunda?
Is it all right to use a flash here?
- Burada bir flaş kullanmak doğru mu?
Is it all right if I leave early this afternoon?
- Bu öğleden sonra erken gidersek doğru olur mu?
That's actually not true.
- O aslında doğru değil.
Do you actually think that's true?
- Bunun doğru olduğunu gerçekten düşünüyor musun?
It's dangerous to assume that all of the sentences in the Tatoeba Corpus are correct and suitable for language study.
- Tatoeba külliyatındaki tüm cümleleri, dil eğitimi için doğru ve uygun saymak tehlikelidir.
And yet, the contrary is always true as well.
- Ne var ki aksi de her zaman doğrudur.
If I remember correctly, Tom sold his car to Mary for only 500 dollars.
- Eğer doğru hatırlıyorsam, Tom arabasını Mary'ye sadece 500 dolara sattı.
If I remember correctly, Tom sold his car to Mary for just 500 dollars.
- Eğer doğru hatırlıyorsam, Tom arabasını Mary'ye sadece 500 dolara sattı.
A lie can travel halfway around the world while the truth is putting on its shoes.
- Doğru, daha ayakkabılarını giyememişken; yalan, dünyanın öbür ucuna gitmiştir bile.
Instead of beating around the bush, Jones got straight to the point.
- Lafı dolandırmak yerine, Jones doğrudan konuya girdi.
Your English is grammatically correct, but sometimes what you say just doesn't sound like what a native speaker would say.
- İngilizcen dil bilgisi bakımından doğru fakat bazen söylediğin tam olarak bir yerlinin söylediğine benzemiyor.
Everyone can help ensure that sentences sound correct, and are correctly spelled.
- Herkes cümlelerin doğru seslendirilmesini ve doğru bir biçimde yazılmasını sağlamak için yardımcı olabilir.
I admire his forthrightness.
- Onun doğruluğuna hayranım.
He is the proper person for the job.
- O, iş için doğru kişidir.
Tom doesn't know how to pronounce my name properly.
- Tom ismimi doğru dürüst nasıl telaffuz edeceğini bilmiyor.
More precisely, it is the question of the meaning of life.
- Daha doğrusu, hayatın anlamı sorunudur.
The validation methodology was based also on Bowling's reports.
- Doğrulama yöntemi Bowling'in raporlarına da dayanıyordu.
Tom walked down into the basement.
- Tom bodruma doğru yürüdü.
Excuse me. Can you direct me to the nearest subway station?
- Affedersiniz. Beni en yakın tramvay istasyonuna doğru yönlendirebilir misiniz?
Why don't you tell her directly?
- Neden doğrudan ona söylemiyorsun?
Don't expect me to be truthful when you keep lying to me so blatantly.
- Bana göz göre göre yalan söylemeyi sürdürürken benden doğru sözlü olmamı bekleme.
Do you intend to answer all my questions truthfully?
- Bütün sorularımı doğru olarak cevaplamak niyetinde misin?
The man looked at Tom, then vanished through the stage door out into the dark London street.
- Adam Tom'a baktı, sonra sahne kapısından dışarı karanlık Londra caddesine doğru gözden kayboldu.
Through trial and error, he found the right answer by chance.
- Deneme yanılma yoluyla doğru cevabı buldu.
In a time-bound society time is seen as linear- in other words as a straight line extending from the past, through the present, to the future.
- Zamana bağlı bir toplumda zaman lineer olarak görülür-yani geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe doğru uzanan düz bir çizgi olarak.
That wasn't exactly true.
- O tam olarak doğru değildi.
That's not exactly true.
- O tam olarak doğru değil.
I don't know if that's true.
- Onun doğru olup olmadığını bilmiyorum.
Tom thinks that's true.
- Tom onun doğru olduğunu düşünüyor.
The right mind is the mind that does not remain in one place.
- Doğru akıl bir yerde kalmayan akıldır.
Mark the right answer.
- Doğru cevabı işaretleyin.
A policeman came up to him.
- Bir polis ona doğru geldi.
The dog came running up to me.
- Köpek koşarak bana doğru geldi.
I never said that he was righteous.
- Onun doğru olduğunu hiç söylemedim.
Tom threw a pillow at Mary and the pillow hit her squarely in the face.
- Tom Mary'ye bir yastık attı ve yastık doğrudan onun yüzüne çarptı.
She speaks the truth.
- Onun konuşması doğrudur.
If my parents punished me for something I didn't do, I would tell them the truth and try to convince them of my innocence.
- Eğer yapmadığım bir şey için ailem beni cezalandırdıysa , onlara doğruları söylerdim ve benim masumiyetle ilgili onları ikna etmeye çalışırdım.
He is usually straightforward and sincere and thereby gains the confidence of those who meet him.
- O genellikle doğru sözlü ve içten ve bu sebeple onunla tanışanların güvenini kazanır.
The girls came singing toward the crowd.
- Kızlar kalabalığa doğru şarkı söyleyerek geldi.
Tom and his friends headed towards the beach.
- Tom ve arkadaşları sahile doğru gitti.
The arc of the moral universe is long, but it bends toward justice.
- Ahlaki evrenin yayı uzun, ancak adalete doğru eğilir.
Never let your sense of morals prevent you from doing what is right.
- Ahlak anlayışının seni doğru olanı yapmaktan alıkoymasına asla izin verme.
Life can only be understood backwards, but it must be lived forwards.
- Hayat sadece geriye doğru anlaşılabilir ama ileriye doğru yaşanmalıdır.
His handwriting slants forwards, whereas hers slants backwards.
- Onunki geriye doğru eğimli iken onun el yazısı ileri doğru eğimlidir.
He tossed the ball towards the wall.
- Topu duvara doğru çekti.
The woman stood up from the chair and looked towards the door.
- Kadın sandalyeden kalktı ve kapıya doğru baktı.