Definition von yerinde im Türkisch Englisch wörterbuch
- congruous, congruent, appropriate, opportune, apt, timely, suitable, becoming
- proper
Proper clothes count for much in business.
- Uygun elbiseler iş yerinde çok önemlidir.
- on-site
- instead
- presentable
- congruent
- to the purpose
- (Ticaret) on-premise
- onsite
- timely
- (Sinema) on location
- aptly
- relevant
- rightful
- in situ
- on the spot
The murderer was arrested on the spot.
- Katil olay yerinde tutuklandı.
The police suspended Tom's licence on the spot.
- Polis olay yerinde Tom'un lisansını askıya aldı.
- in point
- On-the spot
- pertinent
- pat
- expedient
- conformable
- on the premises
- becoming
- felicitous
- grandiloquent
- apt
- legitimate
- pointed
- apropos
- in one's stead
- fitted
- appropriate
- calculated
- fit
- befitting
- opportune
- condign
- pro
Proper clothes count for much in business.
- Uygun elbiseler iş yerinde çok önemlidir.
If I were you, I would propose to her.
- Yerinde olsam, ona evlenme teklif ederim.
- in
- answerable
- just
I think Tom's anger is just a defense mechanism; I wouldn't take it personally if I were you.
- Bence Tom'un öfkesi sadece bir savunma mekanizması; Yerinde olsam şahsen bunu kabul etmezdim.
Just stay put for a minute while I look for him.
- Ben onu ararken sadece bir dakika yerinde kal.
- in place
Everything is in place already.
- Zaten her şey yerinde.
Everything is in place now.
- Şimdi her şey yerinde.
- at the right time
- applicable
- old enough to be: Babası yerinde bir adamla evli. She's married to a man old enough to be her father
- good, fine: Aydın'ın keyfi yerinde. Aydın's in good spirits
- aptly; fittingly, appropriately
- apposite
- apt, fitting, appropriate; apropos
- the same as, like: Ayten, sen kızım yerindesin. Ayten, you're like a daughter to me
- well-timed
- {s} suitable
- happy
- in position
- well
They say the landlord used to be well off.
- Dediklerine göre ev sahibinin zamanında hali vakti yerindeymiş.
Tom isn't very well off.
- Tom'un hali vakti çok yerinde değil.
- good
Our teacher is in a good mood.
- Öğretmenimizin havası yerinde.
I'm not in a very good mood.
- Keyfim çok yerinde değil.
- pursuant
- seasonable
- in suits
- place in
- in-place
- in-situ
- fitly
- fitting
- well judged
- {s} sound
- {s} snappy
- {s} valid
- madetoorder
- yer
- location
Every year I find myself at a different location.
- Her yıl kendimi farklı bir yerde buluyorum.
Please tell me your location.
- Lütfen bana bulunduğunuz yeri bildirin.
- yer
- place
They set the time and place of the wedding.
- Onlar düğünün zamanını ve yerini belirlediler.
I don't think television will take the place of books.
- Televizyonun, kitapların yerini alacağını sanmıyorum.
- yer
- floor
The doll lay on the floor.
- Bebek yerde yatıyordu.
I spilled egg on the floor.
- Yumurtayı yere döktüm.
- yer
- {i} ground
This park used to be a hunting ground for a noble family.
- Bu park asil bir aile için bir avlanma yeriydi.
I tripped over a stone and fell to the ground.
- Bir taşa takıldım ve yere düştüm.
- yerinde bir söz
- a pertinent remark
- yerinde deney
- in situ test
- yerinde deney
- (Coğrafya) in-situ test
- yerinde duramama
- wriggling
- yerinde duramamak
- full of life
- yerinde duramamak
- full of beans
- yerinde duran
- stationary
- yerinde dökme
- cast-in-place
- yerinde dökme
- cast in place
- yerinde dökülmüş
- (İnşaat) cast-in-place
- yerinde düzenleme
- (Bilgisayar) visual editing
- yerinde inceleme
- (Kanun) viewing
- yerinde kal
- (Bilgisayar) don't move
- yerinde kullanma
- correct usage
- yerinde olmak
- be in good taste
- yerinde olmak
- belong
- yerinde olmayan
- untimely
- yerinde olmayan
- uncalled-for
- yerinde olsam
- if i were you
- yerinde saymak
- make no progress
- yerinde temizlik
- (Gıda) cleaning in place
- yerinde tutmak
- (Askeri,Teknik) immobilize
- yerinde tutmak
- retain
- yerinde yapım
- (İnşaat) in situ
- yerinde kontrol
- On-the spot control
On the spot controls are EU's most important fact of pre-accession financial supports.
- yerinde olmamak
- not to be at his desk
- yerinde saymak
- spin your wheelsto waste time doing things that achieve nothing
- yerinde servis
- In-place service
- yerinde adresleme
- immediate adressing
- yerinde bulunmayan kimse
- defaulter
- yerinde cevap
- comeback
- yerinde cevap
- repartee
- yerinde cevap
- rejoinder
- yerinde denetim
- on-site inspection
- yerinde denetim
- (Ticaret) on-site supervision
- yerinde denetleme faaliyeti
- (Askeri) on-site inspection activity
- yerinde değer
- (Ticaret) in-place value
- yerinde değil
- out of position
- yerinde duramama
- euphoria
- yerinde duramama
- restiveness
- yerinde duramama
- restlessness
- yerinde duramama
- fidget
- yerinde duramama
- euphory
- yerinde duramama
- spring fever
- yerinde duramama
- fidgetiness
- yerinde duramamak
- to be full of life, to be full of beans, to fidget
- yerinde duramamak
- diddle
- yerinde duramamak
- be unable to contain oneself for
- yerinde duramamak
- shuffle
- yerinde duramayacak halde olan
- euphoric
- yerinde duramayan
- full of beans, full of life
- yerinde duramayan
- restive
- yerinde duramayan
- fidgety
- yerinde duramayan
- beany
- yerinde duramayan
- restless
- yerinde duramayan kimse
- fidgety phillip
- yerinde duramaz
- like a jack in the box
- yerinde eğitim
- (Politika, Siyaset) on-site training
- yerinde grafik
- (Bilgisayar) chart in place
- yerinde hazırlık
- (Askeri) site preparation
- yerinde imal
- custom-built
- yerinde izlemek
- watch on site
- yerinde kalmak
- stay in place
- yerinde kararlar
- sound decisions
- yerinde karılmış
- mix-in-place
- yerinde konuşmak
- hit the nail on the head
- yerinde konuşmak
- outtalk
- yerinde kullanmamak
- misapply
- yerinde kullanılan söz
- felicity
- yerinde lâf etmek
- say a mouthful
- yerinde olmak
- be to the point
- yerinde olmak
- be only just
- yerinde olmak
- be indicated
- yerinde olmamak (fiilen)
- be out of place
- yerinde olmayan
- inadvisable
- yerinde olmayan
- near the knuckle
- yerinde sayma
- jogtrot
- yerinde saymak
- deadlock
- yerinde saymak
- make no headway
- yerinde saymak
- a) to mark time b) to make no progress
- yerinde saymak
- mark time
- yerinde saymak
- come to a deadlock
- yerinde söylenmiş
- well-spoken
- yerinde söz
- a word in season
- yerinde söz
- grandiloquence
- yerinde söz
- the operative word
- yerinde söz
- mot juste
- yerinde söz
- master touch
- yerinde söz söyleme
- grandiloquence
- yerinde süzme
- (Çevre) in situ leaching
- yerinde tedarik
- (Politika, Siyaset) on-site supply
- yerinde tetkik
- (olay) yerinde soruşturma
- yerinde tetkik
- on-the-spot investigation
- yerinde ve uygun
- fit and proper
- yerinde yanma
- in situ combustion
- yerinde yaşlanma
- (Pisikoloji, Ruhbilim) aging in place
- yerinde yeller esmek
- to be gone for ever
- yerinde yükle
- (Bilgisayar) install in place
- yerinde/mahallinde harekat koordinasyon merkezi
- (Askeri) on-site operations coordination center
- yerli yerinde
- (deyim) in apple-pie order
Her sewing basket, dresser drawers and pantry shelves are all systematically arranged in apple-pie order.
- Onun dikiş sepeti, şifonyer çekmeceleri ve külotlu çorap rafları hepsi sistemli olarak yerli yerinde düzenlenir.
- yerli yerinde
- in its proper place
- yerli yerinde
- in apple pie order
- yerli yerinde
- in its proper place; in place, in situ, in its original position
- yerli yerinde olma
- apple-pie order
- yer
- spot
Tom got the key from its secret hiding spot and opened the door.
- Tom gizli saklama yerinden anahtarı aldı ve kapıyı açtı.
Tom parked in his usual spot.
- Tom her zamanki yerine parketti.
- yer
- {i} terrain
Situated on hilly terrain, the cathedral can be seen from a long distance.
- Tepelik arazide yer alan katedral uzun bir mesafeden görülebilir.
- yer
- {i} stand
Tom walked over to where Mary was standing.
- Tom Mary'nin durduğu yere doğru yürüdü.
Tom couldn't see the lake from where he was standing.
- Tom durduğu yerden gölü göremiyordu.
- boyu bosu yerinde
- well-built
- keyfi yerinde olmak
- be up to snuff
- yer
- (Bilgisayar) to
- yer
- {i} quarter
I eat dinner at quarter past seven.
- Yediyi çeyrek geçe akşam yemeğini yerim.
- yer
- {i} where
Where there's smoke there's fire.
- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
Nagasaki, where I was born, is a beautiful port city.
- Doğduğum yer olan Nagasaki, güzel bir liman kentidir.
- bilinci yerinde
- conscious
- her yerinde
- all over
The man is well-known all over the village.
- Adam köyün her yerinde iyi tanınmıştır.
Violence erupted all over the city because of the food shortages.
- Yiyecek yokluğundan dolayı şehrin her yerinde şiddet patlak verdi.
- keyfi yerinde
- in good form
- keyfi yerinde
- complacent
- keyfi yerinde olmak
- in high spirits
- keyfi yerinde olmak
- be in a good humor
- keyfi yerinde olmak
- be in high spirits
- olay yerinde
- on the ground
- yer
- (Bilgisayar) topo
- yer
- residence
- yer
- (Askeri) catchall
- yer
- housing
- yer
- trace
The police looked everywhere and could find no trace of Tom.
- Polis her yere baktı ve Tom'la ilgili hiçbir iz bulamadı.
This security system allows us to trace employees movements anywhere they go.
- Bu güvenlik sistemi çalışanların hareketlerini gittikleri yerde izlemelerine izin verir.
- yer
- (Havacılık) spool
- yer
- duty
Come what may, we must do our duty.
- Ne olursa olsun vazifemizi yerine getirmeliyiz.
Try to fulfill your duty.
- Görevini yerine getirmeye çalış.
- yer
- party
I'm really glad you decided to come to our party instead of staying at home.
- Evde kalma yerine partimize gelmenize karar verdiğinize gerçekten memnun oldum.
Paul went to the party in place of his father.
- Paul babasının yerine partiye gitti.
- yer
- bin
I use a three-ring binder for all my subjects instead of a notebook for each one.
- Her biri için bir dizüstü bilgisayar yerine bütün konularım için üç halkalı klasör kullanırım.
- yer
- facility
- yer
- swatch
- yer
- venture
- yer
- point
I assume that at some point Tom will just give up.
- Sanırım Tom bir yerde vazgeçecektir.
Tom pointed to where Mary was standing.
- Tom Mary'nin durduğu yeri gösterdi.
- yer
- feature
- yer
- (Bilgisayar) in
- yer
- terrane
- yer
- yard
- yer
- employment
- yer
- scar
She's out there somewhere alone and scared.
- O orada bir yerde yalnız ve korkmuş.
The natives are scared of this place.
- Yerliler buradan korkuyorlar.
- yer
- mark
Tom met Mary in a local flea market.
- Tom yerel bit pazarında Mary'yle buluştu.
Is there anywhere I can go to find a flea market?
- Herhangi bir yerde gidebileceğim bir bit pazarı var mı?
- yer
- subterranean
- yer
- {i} whereabouts
We have no idea about his whereabouts.
- Onun bulunduğu yer hakkında hiç bir fikrimiz yok.
We couldn't find out her whereabouts.
- Onun bulunduğu yeri bulamadık.
- zekice ve yerinde cevap
- comeback
- yer
- site
Dan sent the machines to a site where they would be dismantled.
- Dan makineleri sökülecekleri bir yere gönderdi.
This site is ideal for our house.
- Bu yer bizim ev için idealdir.
- yer
- locality
- yer
- situs