O, ayartıcı ahlakla ve tehlikeli fikirleri yaymakla suçlandı.
- He was accused of corrupting morals and spreading dangerous ideas.
Tom Mary hakkında yalanları yaymakla suçluydu.
- Tom was guilty of spreading lies about Mary.
Ateş yandaki evin duvarlarına kadar yayılmıştı.
- The fire spread and licked the neighboring house.
Daha fazla bilinci yaymamız gerekiyor.
- We need to spread more awareness.
Humus nohuttan yapılmış bir daldırma veya yaymadır.
- Hummus is a dip or spread made from chickpeas.
Bir dilim ekmek üzerine hardal sürüştürüyorum.
- I am spreading mustard on a slice of bread.
Ekmek dilimine peynir sürdüm.
- I spread cheese on the slice of bread.
Kanser farklı organlara yayıldı.
- The cancer had spread to several organs.
O, mesajı dağıtmak için ceza evine gitmek istiyor.
- He wants to go to jail to spread the message.
Biz hastalığın yayılmasını kontrol etmeliyiz.
- We should check the spread of the disease.
Kasvetli bir manzara, her yöne millerce yayıldı.
- A dreary landscape spread out for miles in all directions.
Garson masaya beyaz bir örtü serdi.
- The waitress spread a white cloth over the table.
Kate örtüyü masanın üstüne yaydı.
- Kate spread the cloth over the table.
Isı odanın her tarafına elektrik sobasıyla yayıldı.
- Heat was spread throughout the room by the electric stove.
İtfaiye gelmeden yangın sonraki binaya yayıldı.
- The fire had spread to the next building before the firemen came.
Virüsün daha fazla yayılmasını engellemek için ciddi tedbirler alınmalı.
- Drastic measures must be taken to prevent the further spread of the virus.
Yağmur yangının yayılmasını engelledi.
- The rain kept the fire from spreading.
Snorri Sturluson'un hikayeleri diğer şeylerin arasında Hristiyanlığın Norveç'te nasıl zorla yayıldığını anlatır.
- Snorri Sturluson's stories tells, among other things, how Christianity was spread in Norway by force.
Ellen used a spreader to butter her bagel.
James put grass seed on the lawn with a seed spreader.
I spread my arms wide and welcomed him home.
The missionaries quickly spread their new message across the country.
I can't, I can't wait to get you home).
He spread his newspaper on the table.
I spread the rice grains evenly over the floor.
She liked to spread butter on her toast while it was still hot..
I dropped my glass; the water spread quickly over the tiled floor.
He always spreads his toast with peanut butter and strawberry jam.