Geçen cumartesi parka gittim.
- I went to the park last Saturday.
Dün cumartesi değil, pazardı.
- Yesterday was Sunday, not Saturday.
İki âşık çay içerek yüz yüze oturdular.
- The two lovers sat face to face, drinking tea.
Bir ağacın altına oturdular.
- They sat under a tree.
Tom akşam gazetesini okurken sundurmada oturdu.
- Tom sat on the porch, reading the evening paper.
Tom sundurmada oturdu ve gazete okudu.
- Tom sat on the porch and read the paper.
Oturmak istiyor musunuz?
- Do you want to sit down?
Tüm yapmanız gereken, burada oturmak ve doktorun sorularını cevaplamak.
- All you have to do is sit down here and answer the doctor's questions.
Senin yanına oturabilir miyim?
- May I sit next to you?
Senin yanına oturabilir miyim?
- Can I sit beside you?
Pazar günü bir sınava girmek zorunda olduğuma inanamıyorum!
- I can't believe I have to sit an exam on Sunday!
Kilise şehrin kenarında bulunmaktadır.
- The church is situated on the edge of town.
Thursday adası Avustralya'nın en kuzeyindeki Cape York ve Yeni Gine arasındaki Torres boğazında bulunmaktadır.
- Thursday Island is situated in the Torres Strait between Australia's northernmost Cape York and New Guinea.
Siyah insanlar otobüsün arkasında oturmak ya da doluysa ayakta durmak zorunda kaldılar.
- Black people had to sit in the back of the bus, or stand if the back was full.
Operasyon bir SAT timi tarafından yapıldı.
In what city is the circuit court sitting for this session.
I'm going to sit for them on Thursday.
I currently sit on a standards committee.
The temple has sat atop that hill for centuries.
After a long day of walking, it was good just to sit and relax.
I need to find someone to sit my kids on Friday evening for four hours.
Sit him in front of the TV and he might watch for hours.
I asked him to sit.
I don’t think it will sit well.
I sat me weary on a pillar's base, / And leaned against the shaft.
For there one learns—'t is not for me to boast, / Though I acquired—but I pass over that, / As well as all the Greek I since have lost: / I say that there 's the place—but ‘Verbum sat.’.
The dealer wants to sell a car.
- Satıcı bir araba satmak istiyor.
He decided to sell the car.
- Arabayı satmaya karar verdi.
He realized a large sum by the sale of the plantation.
- O ekili alanın satışını büyük miktarda gerçekleştirdi.
The salesperson persuaded her to buy the dress.
- Satış elemanı elbiseyi alması için onu ikna etti.
Stamps are not sold in this store.
- Bu dükkânda pul satılmıyor.
This medicine is still not sold in pharmacies.
- Bu ilaç, halen eczanelerde satılmamaktadır.
You can buy the ticket from the vending machine too.
- Otomattan da bilet satın alabilirsin.
There are also vendors who support Linux.
- Linux'u destekleyen satıcılar var.
I doubt that Tom would ever consider selling his antique car.
- Tom'un şimdiye kadar antika arabasını satmayı düşündüğünden şüpheliyim.
This newspaper is selling fewer and fewer copies.
- Bu gazete gittikçe daha az kopya satıyor.
... And I got out a big thing of agave tequila, and my dad sat ...
... So I sat there on the side of the road, and before I called ...