sıkıntı

listen to the pronunciation of sıkıntı
Türkisch - Englisch
distress

Tom looks distressed. - Tom sıkıntılı görünüyor.

The news distressed her. - Haber onu sıkıntıya soktu.

nuisance

Tom is a real nuisance. - Tom gerçek bir sıkıntı.

Sinus infection is a nuisance to most people. - Sinüs enfeksiyonu çoğu insan için bir sıkıntıdır.

boredom

Autistic children don't know what boredom is. - Otistik çocuklar can sıkıntısının ne olduğunu bilmezler.

Boredom is his worst enemy. - Can sıkıntısı onun en kötü düşmanı.

bother

Stop bothering my wife. - Karıma sıkıntı vermeyi kesin.

Money is a big bother: you can live neither with it nor without it. - Para büyük bir sıkıntı: Ne onunla yaşayabilirsin ne de onsuz.

trouble

Don't give me any more trouble. - Bana daha fazla sıkıntı verme.

We'll have troubles for sure. - Kesinlikle sıkıntılarımız olacak.

embarrassment
discomfort, hardship, difficulty, adversity; trouble, inconvenience; boredom; annoyance, worry; depression; straits, shortage, distress
burden
troubled

Mary has a troubled past. - Mary'nin sıkıntılı bir geçmişi var.

Tom has a troubled past. - Tom'un sıkıntılı bir geçmişi var.

labor
pressure

The pressures of supporting a big family are beginning to catch up with him. - Büyük bir aileyi geçindirmenin sıkıntıları onunla arayı kapatmak için başlıyor.

discommodity
stress
shortage

Because of the water shortage, I couldn't take a bath. - Su sıkıntısı nedeniyle, banyo yapamadım.

This city will suffer from an acute water shortage unless it rains soon. - Bu şehir, yağmur yağmazsa yakında şiddetli bir su sıkıntısı yaşayacaktır.

dolefulness
agitate
uneasiness
heebie-jeebies
annoyance

Tom tried to hide his annoyance. - Tom sıkıntısını gizlemeye çalıştı.

I can understand Tom's annoyance. - Tom'un sıkıntısını anlayabiliyorum.

toils
gloominess
financial difficulties, financial straits
agitation
the megrims
willies
doldrums
difficulty

If you have any difficulty, ask me for help. - Eğer herhangi bir sıkıntın olursa, benden yardım iste.

When I was in England, I had great difficulty trouble in speaking English. - Ben İngiltere'deyken İngilizce konuşmakta büyük sıkıntı yaşadım.

straits

She was in dire straits, but made a virtue out of necessity. - O çok sıkıntıdaydı ama mecbur olduğu işi isteyerek yaptı.

If she continues to live with a man she doesn't love for his money, the day will come when she will despair and be in dire straits. - O parası için sevmediği bir adamla yaşamaya devam ederse, onun umudunu keseceği ve müthiş sıkıntıda olacağı gün gelecektir.

distress, trouble, difficulty; annoyance, worry; depression; boredom
bore

Autistic children don't know what boredom is. - Otistik çocuklar can sıkıntısının ne olduğunu bilmezler.

Boredom is a huge problem. - Can sıkıntısı çok büyük bir sorundur.

discomfort
draft
anxiety
(Hukuk) gloom

Why are you so gloomy? - Neden bu kadar sıkıntılısın?

adversity

We've had a lot of adversity. - Çok sıkıntımız vardı.

No adversity lasts forever. - Hiçbir sıkıntı sonsuza dek sürmez.

megrims
botheration
dire straits

She was in dire straits, but made a virtue out of necessity. - O çok sıkıntıdaydı ama mecbur olduğu işi isteyerek yaptı.

If she continues to live with a man she doesn't love for his money, the day will come when she will despair and be in dire straits. - O parası için sevmediği bir adamla yaşamaya devam ederse, onun umudunu keseceği ve müthiş sıkıntıda olacağı gün gelecektir.

heebie jeebies

That gives me the heebie jeebies. - O bana aşırı sıkıntı veriyor.

{i} fret
{i} tribulation
(Tıp) hebetude
{i} weight
{i} fear
depression
dullness
oppression
hardship

He put up with the greatest hardship that no one could imagine. - O, kimsenin hayal edemeyeceği en büyük sıkıntıya katlandı.

He is really dull to hardship. - O, sıkıntıya karşı gerçekten duyarsız.

onerousness
inconvenience

The convenience store robbery was a great inconvenience to me. - Mağaza soygunculuğu benim için büyük bir sıkıntı oldu.

Not having a telephone is an inconvenience. - Telefonsuzluk sıkıntılı bir durum.

penury
knock
worry

There is no need to worry about shortages for the moment. - Sıkıntılar hakkında şu an endişelenmenize gerek yoktur.

grievance
affliction
malaise
harassment
want

Sami didn't want to get Layla in trouble. - Sami, Leyla'yı sıkıntıya sokmak istemedi.

We don't want to cause you any trouble. - Size bir sıkıntı vermek istemiyoruz.

incubus
{i} load
jut
{i} rigor
{i} vexation
{i} tedium
{i} stringency
{i} infliction
{i} rigour
plummet
{i} toil
{i} pill
sıkıntı vermek
annoy
sıkıntı çekmek
have troubles
sıkıntı kaynağı
annoyance
sıkıntı sebebi
grievance
sıkıntı veren
annoying
sıkıntı veren
(Konuşma Dili) killjoy
sıkıntı veren kimse
nuisance
sıkıntı veren şey
nuisance
sıkıntı veren şey
annoyance
sıkıntı vererek
gripping
sıkıntı verici
(Ticaret) challenging
sıkıntı vermek
afflict
sıkıntı vermek
incommode
sıkıntı vermek
worry
sıkıntı vermek
beset
sıkıntı vermek
oppress
sıkıntı çekmek
suffer
sıkıntı çekmek
have difficulty
sıkıntı üzüntü
distress
sıkıntı basmak
suddenly to feel out of sorts or depressed
sıkıntı paylaşımı
(Hukuk) burden - sharing
sıkıntı veren
obtrusive
sıkıntı veren şey
cloud
sıkıntı veren şey
inconvenience
sıkıntı veren şey
torturer
sıkıntı verici bir şekilde
depressingly
sıkıntı verici şekilde
worrisomely
sıkıntı verir surette
with a heavy hand
sıkıntı vermeden
unfazedly
sıkıntı vermek
embarrass
sıkıntı vermek
to annoy, to bother, to oppress, to afflict
sıkıntı vermek
to annoy, bother; to distress, worry
sıkıntı vermek
inconvenience
sıkıntı vermek
make a draft on
sıkıntı vermek
put smb. to inconvenience
sıkıntı vermek
persecute
sıkıntı vermek
clog
sıkıntı vermek
sit upon
sıkıntı vermek
chevy
sıkıntı vermeyerek
unobtrusively
sıkıntı yaratan konu
a bone to pick
sıkıntı yaratmak
cause distress
sıkıntı yer
dullsville
sıkıntı çekmek
1. to have difficulty, experience difficulty. 2. to experience worry or distress. 3. to be financially straitened
sıkıntı çekmek
rough it
sıkıntı çekmek
to have troubles
sıkıntı vermek
pester
(sıkıntı) çekmek
undergo
keder sıkıntı vb'ni çekmek
experience
sıkıntı vermek
(Konuşma Dili) worry to death
sıkıntı çekmek
experience difficulty
çekmek (sıkıntı)
undergo
sıkıntı ver
{f} gripping
sıkıntı ver
pester
sıkıntı verici
burdensome
sıkıntı vermek
burden
sıkıntı vermek
cumber
sıkıntı vermek
distress
sıkıntı çek
suffer

According to a survey, 1 billion people are suffering from poverty in the world. - Bir araştırmaya göre, dünyada bir milyar kişi yoksulluktan sıkıntı çekiyor.

Japan suffers from typhoons every year. - Japonya her yıl kasırgalardan sıkıntı çeker.

sıkıntı vermek
put strain on
heyecandan sonraki sıkıntı
anticlimax
loş ve sıkıntı verici
dismal
maddi sıkıntı
financial problem
maddi sıkıntı
financial difficulty
maddi sıkıntı
financial trouble
maddi sıkıntı içinde olmak
be in financial difficulties
maddi sıkıntı içinde olmak
hard put
maddi sıkıntı çekmek
be in financial difficulties
mali sıkıntı
financial difficulty
müthiş sıkıntı
dire straits

If she continues to live with a man she doesn't love for his money, the day will come when she will despair and be in dire straits. - O parası için sevmediği bir adamla yaşamaya devam ederse, onun umudunu keseceği ve müthiş sıkıntıda olacağı gün gelecektir.

sıkıntı ver
{f} gripe
sıkıntı verici
burden
sıkıntı verici
lonely
sıkıntı vermek
discomfort
sıkıntı vermek
bother
sıkıntı çekmek
go through the wringer
sıkıntı çekmek
labor
sıkıntılar
(Ticaret) psychic costs
Türkisch - Türkisch
Yokluk ve parasızlığın yol açtığı geçim darlığı: "İhtiyarın bir para sıkıntısı içinde olduğunu o söylemeden ben keşfetmiştim."- S. F. Abasıyanık
Darlık, yokluk: "Bu kış yine, kok kömürü sıkıntısı baş gösterecekmiş."- H. Taner
Sorun, problem, mesele
İşsizlik, tekdüzelik, bezginlik gibi sebeplerden doğan ruhsal yorgunluk: "İçinin sıkıntısını mümkün mertebe gizlemeye çalışarak, dereden tepeden konuşarak oyalandı."- P. Safa
Yokluk ve parasızlığın yol açtığı geçim darlığı
Bir bozukluğun, karışıklığın sebep olduğu etkili ve sürekli yorgunluk, meşakkat, mihnet
İşsizlik, tekdüzelik, bezginlik gibi sebeplerden doğan ruhî yorgunluk
Bir bozukluğun, karışıklığın sebep olduğu etkili ve sürekli yorgunluk, meşakkat, mihnet: "Sıkıntı ve ıstırapla sağa sola döndüm."- A. Gündüz
Darlık, yokluk
Sorun, problem, mesele: "Atatürk öldüğü zaman Türkiye'nin ufak tefek sıkıntılar dışında hiçbir büyük problemi yoktu."- B. Felek
bun
boğuntu
sıklet
(Osmanlı Dönemi) HUSBAN
(Osmanlı Dönemi) SAHTİ
Sıkıntı vermek
sıkmak
sıkıntı
Favoriten