Ve bizim gerçekten istediğimiz çok sayıda-ve herhangi-dillerde çok sayıda cümlelere sahip olmaktır.
- And what we really want is to have many sentences in many — and any — languages.
Bir araba sürmek için bir ehliyete sahip olmak gereklidir.
- It is necessary to have a license to drive a car.
Ben bu küçük odayla ilgili en iyisini yapmak zorundayım.
- I have to make the best of that small room.
O biraz alışveriş yapmak için dışarı gitmiş olabilir.
- She may have gone out to do some shopping.
Bu hafta sonu bir araba almak zorundayım.
- I have to buy a car this weekend.
Şimdi üç yıldır İngilizce eğitimi almaktayız.
- We have been studying English for three years now.
İçeri girmeme izin vermek zorundasın.
- You have to let me in.
Onlarla konuşmama izin vermek zorundasın.
- You have to let me talk to them.
Yemek zorunda değilsiniz.
- You don't have to eat.
İş yapılır yapılmaz, genellikle beş buçuk civarında, akşam yemeği yemek için eve gelirim.
- Once the work is done, usually around half past five, I come home to have dinner.
Gerçekten bilmek istiyorsanız, yapmanız gereken bütün şey sormaktır.
- If you really want to know, all you have to do is ask.
Ben sadece bilmek zorundayım.
- I simply have to know.
Kadınların veya küçük çocukların size ne dediklerini anlamakta güçlük çekiyor musunuz?
- Do you have difficulty understanding what women or small children say to you?
Bunun nasıl yapıldığını anlamak zorundayız.
- We have to figure out how to do this.
Zaten verdiğin her şeyi saymak iyi değil.
- It's not good to count all the things that you have already given.
Bütün oy pusulalarını saymak zorundayız.
- We have to count all of the ballots.
Tom'dan yardım isteme konusunda biraz tereddütlü olduğumu kabul etmek zorundayım.
- I have to admit I'm a little hesitant about asking Tom for help.
Tom'un kabul etmekten başka hiç bir seçeneği olmayacak.
- Tom will have no choice but to agree.
Kendini tutmak zorundasın.
- You have to hold back.
Üç yıldır bir günlük tutmaktayım.
- I have kept a diary for three years.
Tom'un o hakkı elde etmek için sadece bir şansı olacak.
- Tom will have only one chance to get that right.
Tam sevinç değerini elde etmek için, onu paylaşacak birisine sahip olmalısınız.
- To get the full value of joy, you must have someone to divide it with.
Hayatımın geriye kalan kısmını birlikte geçirmek istediğim herhangi biriyle henüz tanışmadım.
- I haven't yet met anyone I'd want to spend the rest of my life with.
Çinli firmalar, dünya pazarını ele geçirmek için bir arayış başlattı.
- Chinese firms have embarked on a quest to conquer the world market.
Bir fincan kahve daha içmek istiyorum.
- I'd like to have another cup of coffee.
Biz biraz şarap içmek istiyoruz.
- We'd like to have some wine.
Eğer yurt dışına gidiyorsanız, bir pasaporta sahip olmak gereklidir.
- If you are going abroad, it's necessary to have a passport.
Balinaların kendi diline sahip olduklarına inanılmaktadır.
- It is believed that whales have their own language.
Faturayı ödemek zorunda kaldım! Bir dahaki sefere, onlar beni davet etmek zorunda kalacaklar.
- I had to pay the bill! The next time, I'll have them invite me.
Pul koleksiyonum yok ama onu davet etmek için bir mazeret olarak kullanabildiğim Japon kartpostal koleksiyonum var.
- I don't have a stamp collection, but I have a Japanese postcard collection that I could use as an excuse to invite him.
Bugün bunu gerçekten yaptırmak zorundayım.
- I really have to get this done today.
Rezervasyon yaptırmak zorundasın.
- You have to make a reservation.
Keşke seninle tekrar karşılaşmak zorunda olmasam.
- I wish I wouldn't have to meet you again.
Polis çağırmak zorunda kalacağım.
- I'm going to have to call the police.
Eğer o böyle içmeye devam ederse eve bir taksi çağırmak zorunda kalacak.
- If he keeps drinking like that, he'll have to take a taxi home.
Bu akşam yemekte benimle olmak ister misin?
- Would you like to have dinner with me tonight?
Mezun olmak için yeterli kredim yok.
- I don't have enough credits to graduate.
Yarın on saat çalışmak zorunda kalacağım.
- I'll have to study ten hours tomorrow.
Çocuklar yerde uyumak zorunda kalacaklar gibi.
- It seems that the children will have to sleep on the floor.
Son zamanlarda bir çok hileli iğrenç olaylar vardı.
- Recently there have been a lot of nasty incidents with fraud.
Ben hile yapma niyetim yok. Konu ne?
- I have no intention of cheating. What's the point?
Adil payına katkıda bulunmak zorundasın.
- You have to contribute your fair share.
Çevreyi korumak için herkes katkıda bulunmak zorunda kalacak.
- Everybody will have to pitch in to save the environment.
Korkarım ki paydos etmek zorunda kalacağım.
- I'm afraid I'll have to call it a day.
Pul koleksiyonum yok ama onu davet etmek için bir mazeret olarak kullanabildiğim Japon kartpostal koleksiyonum var.
- I don't have a stamp collection, but I have a Japanese postcard collection that I could use as an excuse to invite him.
Tom'un o şarkıyı tekrar söylemesini dinlemek zorunda olmak istemiyorum.
- I don't want to have to listen to Tom sing that song again.
Sana ateş etmek zorunda olmak istemiyorum.
- I don't want to have to shoot you.
Ben her zaman sana karşı dürüst oldum. Neden beni aldatmak istiyorsun?
- I have always been honest with you. Why do you want to deceive me?
Thirty days hath September.
Whoever has ears to hear, let him hear.
- He that hath ears to hear, let him hear.
Yeah! You had me alright! Between your threatening stance and your armed-to-the-teeth men, I never would've thought that was just a joke.
The dog down the street has a lax owner.
I'm going to have some pizza and some Pepsi right now.
I could have him!.
They had me feed their dog while they were out of town.
UK usage He has some money, hasn't he?.
I have no German.
Dan certainly has arms today, probably from scraping paint off four columns the day before.
Note: there's a separate entry for have to.
We must observe the rules.
- We have to go by the rules.
The burglar must have entered the mansion from the roof.
- The cat burglar must have entered the mansion from the roof.
We had a hard year last year, with the locust swarms and all that.
Look what I have here — a frog I found on the street!.
The lecture's ending had the entire audience in tears.
You're a very naughty boy. If I've told you once, I've told you a thousand times. I won't have you chasing the geese!.
If Tom had been speaking French, I would've been able to understand him.
- If Tom had been speaking French, I would have been able to understand him.