birde teriminin Türkçe İngilizce sözlükte anlamı
- burst
Tom burst out crying.
- Tom birden ağlamaya başladı.
Tom burst out laughing.
- Tom birden gülmeye başladı.
- To separate formfeed at perforation lines
I printed the report on formfeed paper then burst the sheets.
- To enter or exit hurriedly and unexpectedly
Like hungry dogs who have sniffed their meat, the mob bursts in, trampling down the women who sought to bar the entrance with their bodies.
- When a door or lid bursts open, it opens very suddenly and violently because someone pushes it or there is great pressure behind it. The door burst open and an angry young nurse appeared. = fly
- If you say that something bursts onto the scene, you mean that it suddenly starts or becomes active, usually after developing quietly for some time. He burst onto the fashion scene in the early 1980s
- A transient enhancement of the solar radio emmision, usually associated with an active region or flare
- Any brief, violent exertion or effort; a spurt; as, a burst of speed
- A sudden breaking forth; a violent rending; an explosion; as, a burst of thunder; a burst of applause; a burst of passion; a burst of inspiration
- emerge suddenly; "The sun burst into view"
- To break or rend by violence, as by an overcharge or by strain or pressure, esp
- break open or apart suddenly and forcefully; "The dam burst"
- The form burst is used in the present tense and is the past tense and past participle
- {i} eruption; gush, spurt; volley of gunshots
- To exert force or pressure by which something is made suddenly to give way; to break through obstacles or limitations; hence, to appear suddenly and unexpectedly or unaccountably, or to depart in such manner; usually with some qualifying adverb or preposition, as forth, out, away, into, upon, through, etc
- To cause to burst
- Explosion or detonation See Air burst, High-altitude burst, Surface burst, Underground burst, Underwater burst
- a sudden violent happening; "an outburst of heavy rain"; "a burst of lightning"
- A radar term for a single pulse of radio energy
- from within; to force open suddenly; as, to burst a cannon; to burst a blood vessel; to burst open the doors
- a sudden flurry of activity (often for no obvious reason); "a burst of applause"; "a fit of housecleaning"
- rapid simultaneous discharge of firearms; "our fusillade from the left flank caught them by surprise"
- bir
- one
I know one of them but not the other.
- Birini tanıyorum da ötekini değil.
I'd like to stay one more night. Is that possible?
- Bir gece daha kalmak istiyorum. Mümkün mü?
- birde üç olan
- triune
- birde üç olma durumu
- (Matematik) triunity
- bir
- single
There isn't a single cloud in the sky.
- Gökyüzünde tek bir bulut yok.
She left without saying even a single word.
- Tek bir kelime bile etmeden ayrıldı.
- bir
- uni
- bir
- un
- bir
- one person or thing
- bir
- alone
- bir
- once
- bir
- if only
- bir
- just
- bir
- (Biyokimya) mono-
- bir
- another
- bir
- one and the same
- bir
- uni-
- bir
- {i} drink
He needs something to drink.
- İçecek bir şeye ihtiyacı var.
I'll buy you a drink.
- Sana bir içecek ısmarlayacağım.
- bir
- a
- bir
- apart
It isn't a real apartment.
- O, gerçek bir daire değildir.
We rented an apartment when we lived in New York.
- New York'ta yaşarken bir apartman dairesi kiraladık.
- bir
- mono
He read the poem in a monotone.
- O, şiiri monoton bir şekilde okudu.
Monopoly is a popular game for families to play.
- Monopoly ailelerin oynaması için popüler bir oyun.
- bir
- one (as a number): Bir beyaz manolya yedi pembe manolyaya bedeldir. One white magnolia is worth seven pink magnolias
- bir
- a, an; a certain, a particular: Bursa'da güzel bir evi var. She has a lovely house in Bursa. Dünkü partide bir kadını gördüm; kim olduğunu sen anlarsın. At yesterday's party I saw a certain woman; you know who I mean
- bir
- the same: Emellerimiz bir. Our goals are the same
- bir
- used as an emphatic: O hayata bir alıştı ki sorma gitsin! He has really gotten accustomed to that way of life! Bir dene! Just try it! Birdenbire bir feryat! And suddenly there was such a yell! Ah, bir oraya gidebilsem! Ah, if I can just go there!
- bir
- a, an; one; unique; the same; united; once; only, alone; just; if only
- bir
- used to add a note of vagueness: Bir zamanlar Arnavutköy'de çilek yetiştirilirdi. There was a time when strawberries were grown in Arnavutköy. Sen bugün bir tuhafsın. You don't seem quite yourself today
- bir
- united; of one mind, of the same opinion: Bu konuda biriz. We're of one mind on this subject
- bir
- only: Bir o bunu yapabilir. Only she can do this. Bunu bir sen bir de ben biliyoruz. You and I are the only ones who know this
- bir
- single; some
- bir
- shared, used in common: Yatak odalarımız ayrı, banyomuz bir. We have separate bedrooms but share a bathroom
- bir
- (İnşaat) a, an
- bir
- {f} lump
One lump of sugar, please.
- Bir küp şeker, lütfen.
I have a lump in my breast.
- Benim mememde bir yumru var.
- bir
- head
A cup of coffee cleared my head.
- Bir fincan kahve kafamı aydınlattı.
Two heads are better than one.
- Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
- bir
- erect
They erected a statue in memory of Gandhi.
- Onlar Gandhi'nin anısına bir heykel diktiler.
The soldiers have erected a peace monument.
- Askerler bir barış anıtı diktiler.
- bir
- unit
In 1860, Lincoln was elected President of the United States.
- 1860'ta Lincoln, Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına seçildi.
The United States borders Canada.
- Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ile komşudur.
- bir
- unity
He spoke of party unity.
- O, parti birliği hakkında konuştu.
Unity is better than money.
- Birlik paradan daha iyidir.
- bir
- somewhere
I saw her somewhere two years ago.
- Onu ben iki yıl önce bir yerde gördüm.
I thought we were going to go somewhere.
- Bir yere gideceğimizi düşünmüştüm.
- bir
- engage
Do you have any engagement tomorrow?
- Yarın herhangi bir randevun var mı?
Tom gave Mary an engagement ring.
- Tom Mary'ye bir nişan yüzüğü verdi.
- bir
- {f} pace
I can describe China, especially in relation to big cities like Beijing, in one sentence - China is a country whose pace of life is both fast and leisurely.
- Ben, özellikle Pekin gibi büyük şehirler ile ilgili olarak Çin'i tek bir cümleyle açıklayabilirim. - Çin, yaşam hızı hem hızlı hem de keyifli bir ülkedir.
After a hectic few days at work, Tom is looking forward to a change of pace.
- İşte yoğun geçen birkaç günden sonra, Tom bir değişikliği iple çekiyor.
- bir
- un#veil
- bir
- {s} some
Do you want some coffee?
- Biraz kahve ister misin?
Would you like some coffee?
- Biraz kahve ister misin?
- bir
- attack
At the Battle of Verdun, French forces stopped a German attack.
- Verdun Savaşında,Fransız güçleri bir Alman saldırısını durdurdu.
Macbeth raised an army to attack his enemy.
- Macbeth, düşmanına saldırmak için bir ordu yetiştirdi.
- bir
- squash
We should play squash together sometime.
- Bir ara birlikte duvar tenisi oynamalıyız.
Have you ever squashed a fly with your hand?
- Sen hiç elinle bir sinek ezdin mi?
- ikide bir/birde
- very frequently, all the time, constantly, continually, every whipstitch
- saat on birde
- at eleven o'clock
- saat on birde
- very late in life, very late in the day