The puddle coalesced from the droplets as they ran together.
when a thing's own light and the light from something else coalescing into one on bright and smooth surfaces produce a form which yields a perception reversed from the way a thing normally looks.
They spent the entire day on the beach.
- Onlar bütün günü sahilde geçirdiler.
We spent the entire day on the beach.
- Bütün günü plajda geçirdik.
Motherhood and childhood are entitled to special care and assistance. All children, whether born in or out of wedlock, shall enjoy the same social protection.
- Ana ve çocuk özel ihtimam ve yardım görmek hakkını haizdir. Bütün çocuklar, evlilik içinde veya dışında doğsunlar, aynı sosyal korunmadan faydalanırlar.
Money is the root of all evil.
- Para bütün kötülüğün köküdür.
I spent the whole afternoon chatting with friends.
- Bütün öğleden sonrayı arkadaşlarla sohbet ederek geçirdim.
Karam is the best student in the whole school.
- Karam, bütün okuldaki en iyi öğrencidir.
This isn't completely wrong.
- O bütünüyle yanlış değil.
Prime numbers are like life; they are completely logical, but impossible to find the rules for, even if you spend all your time thinking about it.
- Asal sayılar hayata benzerler, onlar tamamıyla mantıklıdır ama bütün zamanınızı bu konuyu düşünerek harcasanız dahi belirli bir kural bulmak imkansızdır.
You saved all your baby teeth in this matchbox? That's gross!
- Bütün bebek dişlerini bu kibrit kutusunda biriktirdin mi? Bu iğrenç!
You saved all your baby teeth in this matchbox? That's gross!
- Bütün çocukluk dişlerini bu kibrit kutusunda mı biriktirdin? Bu iğrenç!
The whole city is in panic.
- Bütün şehir panik içinde.
I have read every book in the library.
- Kütüphanedeki bütün kitapları okudum.
I have read every book in the library.
- Kütüphanede bütün kitapları okudum.
Grandma walked to the market to buy food for the whole family.
- Büyükanne bütün aileye yiyecek almak için markete gitti.
By the time I was born, all my grandparents had died.
- Ben doğmadan önce bütün büyük ebeveynlerim ölmüştü.
All the hotels in town are full.
- Şehirdeki bütün oteller dolu.
She got full marks by memorizing the whole lesson.
- O, bütün dersi ezberleyerek tam not aldı.
You're not entirely wrong.
- Sen bütünüyle hatalı değilsin.
Sami is still not entirely satisfied.
- Sami hâlâ bütünüyle tatmin olmuş değil.
Examine the question in its entirety.
- Soruyu bütünü ile inceleyin.
We need to view this in its entirety.
- Bütünüyle bunu incelememiz gerekiyor.
Have you been totally honest with me?
- Bana karşı bütünüyle dürüst müydün?
A totally ordered set is often called a chain.
- Bütünüyle sipariş edilmiş bir takıma çoğunlukla bir zincir denilir.
They had to work all year round.
- Onlar bütün yıl boyunca çalışmak zorundaydılar.
He works hard all the year round.
- Bütün yıl çok sıkı çalışır.
There was peace all over the world.
- Bütün dünyada barış vardı.
English has spread all over the country.
- İngilizce bütün ülkede yayıldı.
I spent the whole afternoon chatting with friends.
- Bütün öğleden sonrayı arkadaşlarla sohbet ederek geçirdim.
Tom spent the whole day reading in bed.
- Tom bütün gününü yatakta okuyarak geçirdi.