verfügen

listen to the pronunciation of verfügen
الإنجليزية - التركية

تعريف verfügen في الإنجليزية التركية القاموس.

have
it has geçmi zaman had malik olmak
have
{f} almak

Bankada paçayı yırtmak ve A52 yi almak zorundasın. - You'll have to get off at the bank and take the A52.

Ben bu oda için yeni bir halı satın almak zorundayım. - I have to buy a new carpet for this room.

have
eline ulaşmak
have
izin vermek

Onlarla konuşmama izin vermek zorundasın. - You have to let me talk to them.

Onunla konuşmama izin vermek zorundasın. - You have to let me talk to him.

have
doğurmak
have
{f} elde etmek

Tam sevinç değerini elde etmek için, onu paylaşacak birisine sahip olmalısınız. - To get the full value of joy, you must have someone to divide it with.

Yaptığını sandığım başarı türünü elde etmek istiyorsan, öyleyse daha çok çalışmak zorunda kalacaksın. - If you want to achieve the kind of success that I think you do, then you'll have to study harder.

have
geçirmek

Sadece birlikte biraz zaman geçirmek istedim. - I just wanted to have some time together.

Hayatımın geriye kalan kısmını birlikte geçirmek istediğim herhangi biriyle henüz tanışmadım. - I haven't yet met anyone I'd want to spend the rest of my life with.

have
içmek

Artık onu, içmekten alıkoymalıyız. - We have to stop him from drinking any more.

Bir yerde içki içmek için dışarı çıkmak ister misiniz? - Would you like to go out to have a drink somewhere?

have
sahip ol

Neyin doğru olduğuna inandığını açıkça söyleme cesaretine sahip olmalısın. - You ought to have the courage to speak out what you believe to be right.

Eğer yurt dışına gidiyorsanız, bir pasaporta sahip olmak gereklidir. - If you are going abroad, it's necessary to have a passport.

have
davet etmek

Pul koleksiyonum yok ama onu davet etmek için bir mazeret olarak kullanabildiğim Japon kartpostal koleksiyonum var. - I don't have a stamp collection, but I have a Japanese postcard collection that I could use as an excuse to invite him.

Faturayı ödemek zorunda kaldım! Bir dahaki sefere, onlar beni davet etmek zorunda kalacaklar. - I had to pay the bill! The next time, I'll have them invite me.

have
{f} olmak

Eğer yurt dışına gidiyorsanız, bir pasaporta sahip olmak gereklidir. - If you are going abroad, it's necessary to have a passport.

Bu akşam yemekte benimle olmak ister misin? - Would you like to have dinner with me tonight?

have
{i} kumpas
have
{i} hile

Ben ne zaman hile yaptım? - When have I ever cheated?

Son zamanlarda bir çok hileli iğrenç olaylar vardı. - Recently there have been a lot of nasty incidents with fraud.

have
{f} kabul etmek

Böyle uygunsuz bir öneriyi kabul etmek zorunda değildin. - You didn't have to accept such an unfair proposal.

Önerilerinizi kabul etmekten başka seçeneğim yok. - I have no choice but to accept your proposals.

have
{i} varlıklı kimse
have
{f} bulunmak

Siyasal etkinlikte bulunmak için zamanım yok. - I have no time to engage in political activity.

Son zamanlarda, ekonominin hızla geliştiğine dair sinyaller bulunmaktadır. - Recently, there have been signs that the economy is picking up steam.

have
(fiil) sahip olmak, olmak, elde etmek, almak, yapmak, etmek, kabul etmek, göz yummak, aldatmak, dolandırmak, zorunda olmak, bulunmak
have
{f} etmek

Pul koleksiyonum yok ama onu davet etmek için bir mazeret olarak kullanabildiğim Japon kartpostal koleksiyonum var. - I don't have a stamp collection, but I have a Japanese postcard collection that I could use as an excuse to invite him.

Bu sınavda başarısız olursan, kursu tekrar etmek zorunda kalacaksın. - If you flunk this exam, you'll have to repeat the course.

ألمانية - الإنجليزية
to decree something
to mandate
have

We don't have enough information yet to make a decision. - Wir verfügen noch nicht über genug Informationen, um eine Entscheidung zu treffen.

In most Japanese companies, only a few executives have a room to themselves. - In den meisten japanischen Firmen verfügen nur wenige leitende Angestellte über ein eigenes Büro.

Verfügen Sie über mich, ich stehe zu Ihren Diensten.
Dispose of me, I am at your service
Alle Zimmer verfügen über eigenes Bad/WC.
All rooms have private facilities
Der Kreditnehmer kann über den Betrag völlig frei verfügen.
The borrower is absolutely free to use the amount
Interessierte Studenten sollten über gute Englisch-Kenntnisse verfügen und berei
Prospective students should have good English skills and experience abroad
Jeder Miterbe kann über seinen Anteil am Nachlass frei verfügen.
Each co-heir can freely dispose of his share in the estate
Moderne Autos verfügen über Kopfstützen.
Modern/Today's cars have/are equipped with headrests
berechtigt sein, über das Bankkonto zu verfügen
to be authorized to operate the bank account
das Recht, über seinen Körper frei zu verfügen
the right to freely dispose of one's own body
einstweilig verfügen
to issue a temporary injunction
etw. verfügen
to will something
etw. verfügen
to order something
über Vermögen letztwillig verfügen
to devise property
über die nötigen Gelder verfügen
to have the necessary means
über eine Vollmacht verfügen
to hold a power of attorney
über eine Vollmacht von jemandem verfügen
to hold a power of attorney for somebody
über eine Vollmacht von jemandem verfügen
to be the holder of a power of attorney from somebody
über etwas letztwillig verfügen
to dispose of something by will/after one's death
über etwas verfügen
to have something at one's disposal
über etwas verfügen
to have something
über große Erfahrung verfügen
to have great experience
über gute Beziehungen verfügen
to have good connections
über jemanden/etw. verfügen
to dispose of somebody/sth
über seine Zeit frei verfügen können
to be free to dispose of one's time