living

الإنجليزية - التركية

تعريف living في الإنجليزية التركية القاموس.

İnsan ruhu yeryüzünde bulunduğu müddetçe; müzik, canlı bir varlık gibi ona eş ve destek olup büyük anlam katacak. - So long as the human spirit thrives on this planet, music in some living form will accompany and sustain it and give it expressive meaning.

O bir canlı, dolayısıyla doğal olarak sıçıyor da. - It's a living being, so of course it shits.

living wage geçindirebilecek maaş

{i} oturma

Oturma odamda geniş pencereler var. - My living room has wide windows.

Çocuk oturma odasında duruyor. - The boy is standing in the living room.

yaşayarak

Ölüm hiçbir şeydir. Onun yerine yaşayarak başla - sadece daha zor değil fakat aynı zamanda daha uzundur. - Dying's nothing. Start instead by living - not only is it harder, but it's longer as well.

Tom yıllarını Boston sokaklarda yaşayarak geçirdi. - Tom spent years living on the streets of Boston.

dirimli

(Ticaret) maişet

geçinmek

Geçinmek için bize ne yaptığını söyler misin? - Would you tell us what you do for a living?

O kamptaki mülteciler bir aydır kıt kanaat geçinmektedirler. - The refugees in that camp have been living from hand to mouth for a month.

yaşantı

Parası için onunla evlendi ve onun sıradan yaşantısına katlanamadı. - She married him for his money, and couldn’t put up with his plain way of living.

Şehirde yaşayan insanlar kır yaşantısının zevklerini bilmezler. - People living in town don't know the pleasures of country life.

kullanılan

yaşayan

Yaşayan hiçbir şey havasız yaşayamazdı. - No living thing could live without air.

Denizde yaşayan canlıların çoğu, kirlilikten etkilenir. - Most living creatures in the sea are affected by pollution.

geçinme

Tom'un geçinmek için ne yaptığını biliyor musun? - Do you know what Tom does for a living?

Tom bir sokak müzisyeni olarak geçinmeyi zor buldu. - Tom found it hard to make a living as a street musician.

sağ

Tom geçimini sağlamak için bir kamyon sürmektedir. - Tom drives a truck for a living.

Bir satıcı olarak geçimini sağlıyor. - He makes a living as a salesman.

yaşam standardı

Eski devlet başkanlarının hiçbiri Fransızların yaşam standardını iyileştirmedi. - None of the former heads of State improved the standard of living of the French.

İstatistikler bizim yaşam standardımızın yüksek olduğunu gösteriyor. - The statistics show that our standard of living is high.

{f} yaşa

Sanırım birlikte yaşamamız senin alışkanlıklarını etkiledi. - I think that our living together has influenced your habits.

Sizinle yaşamayı seviyorum. - I love living with you.

geçerli

geçim

Tom geçimini sağlamak için bir kamyon sürmektedir. - Tom drives a truck for a living.

Bir satıcı olarak geçimini sağlıyor. - He makes a living as a salesman.

yaşama

Yalnız yaşamaya alışkın. - She is used to living alone.

Sizinle yaşamayı seviyorum. - I love living with you.

{s} yaşayanlara özgü

yaşama/meslek/geçim

living language yaşayanliving picture canlı tablo

yaşayan/c

tıpkı

{i} hayat

Ölüm yaşamın zıttı değildir: biz ölümümüzü ölürken geçirmezken hayatımızı yaşarken geçiririz. - Dying is not the opposite of living: we spend our life living while we don't spend our death dying.

Tom hayatı yaşamaya değmezmiş gibi düşünüyor. - Tom started to feel like his life wasn't worth living.

kuvvetli

{i} yaşam

Yalnız yaşamaya alışkın. - She is used to living alone.

Seninle yaşamaktan hoşlanıyorum. - I like living with you.

{i} geçim yolu

{i} yaşam tarzı

Ben laik bir yaşam tarzı yaşıyorum. - I'm living a secular lifestyle.

Yeni yaşam tarzına alıştı. - He got accustomed to the new way of living.

{s} güncel

canlandırıcı

a living faith kuvvetli iman