değerlendirilmemiş

listen to the pronunciation of değerlendirilmemiş
التركية - الإنجليزية
lost
Unable to find one's way; unavailable, with location unknown

Deep beneath the ocean, the Titanic was lost to the world.

spiritually or physically doomed or destroyed; "lost souls"; "a lost generation"; "a lost ship"; "the lost platoon"
the Force of the mystical, magical, and forgotten The source of faith and magic, and the governing Force for esoteric occult knowledges Governed by Saturn, the Mystic
people who are destined to die soon; "the agony of the doomed was in his voice"
incapable of being recovered or regained; "his lost honor
not gained or won; "a lost battle"; "a lost prize"
Having wandered from, or unable to find, the way; bewildered; perplexed; as, a child lost in the woods; a stranger lost in London
You use lost to refer to a period or state of affairs that existed in the past and no longer exists. He seemed to pine for his lost youth the relics of a lost civilisation
Not employed or enjoyed; thrown away; employed ineffectually; wasted; squandered; as, a lost day; a lost opportunity or benefit
unable to function; without help
Parted with unwillingly or unintentionally; not to be found; missing; as, a lost book or sheep
Lost is the past tense and past participle of lose
adj [{of objects}] hilang 2 adj [{of persons}] tersesat (sesat)
If something is lost, it is not used properly and is considered wasted. Fox is not bitter about the lost opportunity to compete in the Games The advantage is lost
(adj ) oSanin, ohshahnihn
A person who is presumed to have wandered away and has become lost and unable to return to a known location
If you feel lost, you feel very uncomfortable because you are in an unfamiliar situation. Of the funeral he remembered only the cold, the waiting, and feeling very lost I feel lost and lonely in a strange town alone
not caught with the senses or the mind; "words lost in the din"
deeply absorbed in thought; "as distant and bemused as a professor listening to the prattling of his freshman class"; "lost in thought"; "a preoccupied frown"
Ruined or destroyed, either physically or morally; past help or hope; as, a ship lost at sea; a woman lost to virtue; a lost soul
değer
value

It is of little value. - O, çok az değerlidir.

Jefferson believed firmly in the value of education. - Jefferson eğitimin değerine kesin olarak inanıyordu.

değer
worth

This problem is worth discussing. - Bu sorun tartışılmaya değer.

Switzerland is a very beautiful country and well worth visiting. - İsviçre, çok güzel bir ülkedir ve ziyaret edilmeye değerdir.

değer
price

Stock prices fell quickly. - Hisse senedi değerleri çabucak düştü.

A man can know the price of everything and the value of nothing. - Bir insan her şeyin fiyatını bilebilir ve hiçbir şeyin değerini bilemez.

değer
{i} rate

The value of the dollar declines as the rate of inflation rises. - Doların değeri enflasyonun yükselme oranında düşer.

How would you rate that? - Bunu nasıl değerlendirirdin?

değer
worth, worthy; value, worth; price; merit, worth
değer
valuation

Valuation is not always objective. - Değerlendirme her zaman objektif değildir.

değer
specification
değer
merit

To do good to others is a meritorious act; to hurt others is a sin. - Başkalarına iyilik etmek değerli bir harekettir; başkalarını incitmek bir günahtır.

değer
worthwhile

It is worthwhile to read this book. - Bu kitap okumaya değer.

It is worthwhile considering what it is that makes people happy. - İnsanları mutlu eden şeyin ne olduğunu düşünmeye değer.

değer
worthiness
değer
{i} amount

Your suggestion amounts to an order. - Öneriniz emir değerindedir.

değer
precious

All socks are very precious. - Tüm çoraplar çok değerlidir.

Nothing is as precious as love. - Hiçbir şey sevgi kadar değerli değildir.

değer
estimation
değer
desert

In the desert, water is worth its weight in gold. - Çölde, suyun ağırlığı altın değerindedir.

değer
(Bilgisayar) values

He always values his wife's opinions. - O, her zaman karısının görüşlerine değer verir.

Tom and I don't share the same values. - Tom ve ben aynı değerleri paylaşmayız.

değer
moral

Tom has no moral values. - Tom'un ahlaki değerleri yok.

Moral values are important in society. - Ahlaki değerler toplumda önemlidir.

değer
esteem

This is the love that esteems others better than oneself. - Bu başkalarını kendinden daha iyi değer veren sevgidir.

He esteems the professor highly. - O, profesöre oldukça değer veriyor.

değer
(Bilgisayar) change to
değer
(Ticaret) nominal
değer
dignity
değer
{i} reading

This book is worth reading twice. - Bu kitap iki kez okumaya değer.

I think this book is worth reading. - Sanırım bu kitap okumaya değer.

değer
goodwill
değer
significance
değer
weight

In the desert, water is worth its weight in gold. - Çölde, suyun ağırlığı altın değerindedir.

The dress was worth its weight of gold. - Elbise, ağırlığınca altına değerdi.

değer
cost

Good words are worth a lot, but cost almost nothing. - İyi sözler çok değerlidir , ama neredeyse hiçbir maliyeti yoktur.

That coat may have cost a lot of money, but it's worth it. - O palto çok paraya malolmuş olabilir ama o ona değer.

değer
account

In judging his work, we must take his lack of experience into account. - İşini değerlendirirken, onun deneyim eksikliğini de hesaba katmalıyız.

değer
currency

In several European countries, the current currency is the euro. Its symbol is €. One euro is worth about two Turkish lira. - Birtakım Avrupa ülkelerinde geçerli para birimi avrodur. Simgesi € şeklindedir. Bir avro yaklaşık iki Türk lirası değerindedir.

When a currency depreciates, that has an inflationary effect on the economy of the country of the currency. - Bir para birimi değer kaybettiği zaman, bu para ülke ekonomisi üzerinde enflasyonist bir etkiye sahiptir.

değer
dearness
değer
merit, worth
değer
worthy

The statesman is worthy of respect. - Bir devlet adamı saygıya değer olmalıdır.

There was nothing worthy of remark at the fair. - Fuarda dikkate değer bir şey yoktu.

değer
costliness
değer
value, worth
değer
person of great merit
değer
worthy of

The statesman is worthy of respect. - Bir devlet adamı saygıya değer olmalıdır.

His performance was worthy of praise. - Onun gösterisi övgüye değerdi.

değer
worthy of; worth: zahmete değer bir ödül a prize worth struggling for
değer
(Matematik) value
değer
preciousness
değer
figure

Tom figured it was worth a try. - Tom bunun denemeye değer olduğunu düşündü.

değer
meaning

My existence is worthless and meaningless. - Benim varlığım değersiz ve anlamsız.

değer
at
التركية - التركية

تعريف değerlendirilmemiş في التركية التركية القاموس.

Değer
value
Değer
fehamet
Değer
kıymet
değer
Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet
değer
Üstün, yararlı nitelikleri olan kimse
değer
Kişinin isteyen, ihtiyaç duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey
değer
Yüksek ve yararlı nitelik. Üstün, yararlı nitelikleri olan (kimse): "Bu kız aramaya, düşünmeye değer bir şey değildi."- R. N. Güntekin
değer
Bir değişkenin veya bilinmeyenin sayı ile anlatımı
değer
Bir şeyin para ile ölçülebilen karşılığı, paha
değer
Yüksek ve yararlı nitelik
değerlendirilmemiş
المفضلات