Bütün öğleden sonrayı arkadaşlarla sohbet ederek geçirdim.
- I spent the whole afternoon chatting with friends.
Tom bütün gününü yatakta okuyarak geçirdi.
- Tom spent the whole day reading in bed.
Yeni Zelanda'nın tüm nüfusu 3.410.000 olup, bunun yedide biri Maori halkıdır.
- The whole population of New Zealand is 3,410,000, and one seventh of it are the Maori people.
Kanada civarında bir yerde birkaç dönüm karla ilgili iki ulusun savaşta olduğunu ve bu güzel savaşa tüm Kanada'nın değdiğinden daha çok para harcadıklarını bilirsiniz.
- You know that two nations are at war about a few acres of snow somewhere around Canada, and that they are spending on this beautiful war more than the whole of Canada is worth.
O, bir şişe sütü tamamen içti.
- He drank a whole bottle of milk.
Bu tamamen farklı bir mesele.
- That's a whole different matter.
Bütün, parçaların toplamından daha büyüktür.
- The whole is greater than the sum of the parts.
Tüm insanlar sağlıklı ve kültürlü yaşam minimum standartlarını koruma hakkına sahip olacaktır.
- All people shall have the right to maintain the minimum standards of wholesome and cultured living.
Sağlığımı geri kazanmak tam bir yılımı aldı.
- It took me a whole year to recover my health.
Bütün toplum bu planın arkasında.
- The whole community is behind this plan.
Gruplar ya küçük bir toplulukla ya da tüm dünya ile bir ilgi paylaşmak için iyi bir yoldur.
- Groups are a good way to share an interest with either a small community or the whole world.