Soruyu cevaplamak için senin sıran.
- It's your turn to answer the question.
Sorunu cevaplamak zordur.
- Your question is hard to answer.
Onun mektubunu yanıtlamak zorundayım.
- I have to answer his letter.
O benim soruları yanıtlamaktan kaçındı.
- She avoided answering my questions.
O, telefona cevap vermek için kalktı.
- She got up to answer the phone.
Tom Mary'nin cevap vermek istemediği birkaç soru sordu.
- Tom asked a few questions that Mary didn't want to answer.
İngilizce yanıt vermek zorunda mıyım?
- Do I have to answer in English?
Çok kibarsın diye Willie yanıtladı.
- That's very nice of you, Willie answered.
Larry Ewing bana cevap vermiyor.
- Larry Ewing doesn't answer me.
Bu soruyu cevaplamalısın.
- You must answer the question.
Cevabınız tatmin edici olmaktan uzaktır.
- Your answer is far from satisfactory.
Onun cevabı tatmin edici olmaktan uzaktı.
- His answer was far from satisfactory.
Ben mektupların hiçbirini yanıtlamadım.
- I answered neither of the letters.
Soruyu kolaylıkla yanıtlaması bizi şaşırttı.
- The ease with which he answered the question surprised us.
Ona karşılık vermeyecek kadar akıllıdır.
- She knows better than to answer back to him.
Köpek John adına karşılık veriyor.
- The dog answers to the name John.
Çözümü bilmiyorsan cevabı boş bırakmalısın.
- You should leave the answer blank if you don't know the solution.
Problemin çözümü yok gibi görünüyordu.
- There seemed to be no answer to the problem.
Çocuk cevap verdi: Ben Japonum.
- I'm Japanese, the boy answered.
Eğer telefon çalarsa cevap verebilir misin?
- If the telephone rings, can you answer it?
Her answer to his proposal was a slap in the face.
Theobald spoke as if watches had half-a-dozen purposes besides time-keeping, but he could hardly open his mouth without using one or other of his tags, and answering every purpose was one of them.
He answered the question.
She answered the door.
I wish she had answered her picture as well.