yerini

listen to the pronunciation of yerini
التركية - الإنجليزية

تعريف yerini في التركية الإنجليزية القاموس.

yerini saptamak
locate

It took us a week to locate their hideaway. - Onların saklanma yerini saptamak bir haftamızı aldı.

yerini değiştirmek
relocate
yer
location

Show me the location of your camp on this map. - Bana bu haritada kampınızın yerini gösterin.

Every year I find myself at a different location. - Her yıl kendimi farklı bir yerde buluyorum.

yer
place

They set the time and place of the wedding. - Onlar düğünün zamanını ve yerini belirlediler.

I don't think television will take the place of books. - Televizyonun, kitapların yerini alacağını sanmıyorum.

yer
floor

The doll lay on the floor. - Bebek yerde yatıyordu.

I felt the floor shake. - Yerin sallandığını hissettim.

yer
{i} ground

In an earthquake, the ground can shake up and down, or back and forth. - Bir depremde, yer yukarı ve aşağı ya da geriye ve ileriye sallanabilir.

After the earthquake, people stared into the deep hole in the ground in surprise. - Depremin ardından, insanlar şaşkınlıkla yerdeki derin çukura baktılar.

yerini almak
substitute
yerini almak
take one's place
yerini tutmak
compensate
yerini almak
relay
yerini alabilen
alternate
yerini alan kimse/şey
replacement
yerini alma
substitution
yerini alma
subrogation
yerini alma
succession
yerini almak
sit in
yerini almak
supercede
yerini almak
supplant by
yerini almak
take the place of
yerini almak
substitute for
yerini almak
be in place
yerini almak
stand in
yerini almak
displace
yerini belirleme
(Askeri) localisation
yerini bulma
locate
yerini bulmak
locate
yerini bırakmak
(Dilbilim) give way to
yerini değiştirme
(Bilgisayar) relocation
yerini değiştirmek
change one's place
yerini değiştirmek
replace
yerini değiştirmek
change location
yerini değiştirmek
move
yerini değiştirmek
(deyim) change over
yerini doldurma
compensation
yerini doldurmak
replace
yerini doldurmak
make something up
yerini doldurmak
(Tıp) compensate
yerini keşfetmek
locate
yerini saptama
localization
yerini saptama
location
yerini saptamak
localize
yerini tayin etme
localize
yerini tayin etme
localization
yerini tayin etmek
allocate
yerini terk etmek
(deyim) give way to
yerini tutmak
substitute for
yerini öğrenmek
locate
yerini alma
replacing
yerini belli etmek
to place certain
yerini alan kimse
relay
yerini alan şey
substitution
yerini alarak
supplanting
yerini alma
supersession
yerini alma
displacement
yerini almak
subrogate
yerini almak
sit in for
yerini almak
to replace, to substitute, to supersede
yerini almak
replace

I wanted to replace it anyway. - Ben zaten onun yerini almak istiyordum.

Tom will be hard to replace. - Tom'un yerini almak zor olacak.

yerini almak
cut in
yerini almak
supplant
yerini almak
oust
yerini almak 1
(for one person or thing) to take the place of (another). 2. to sit down in one's appointed place, take one's seat. 3. to stand in one's appointed place, take one's place
yerini belirleme
localization
yerini belirlemek
position
yerini belirlemek
situate
yerini belirlemek
plot
yerini belirlemek
place
yerini belirlemek
localize
yerini belirlemek
pinpoint
yerini belirlemek
to localize, to position
yerini beğenmek
(for a plant) to grow well in the spot in which it's been planted
yerini bilmek
know one's place
yerini bulmak
to find the right niche for oneself, find one's niche, find one's place
yerini bırakmak
yield
yerini bırakmak
give place to
yerini değiştirme
transposition
yerini değiştirmek
translocate
yerini değiştirmek
transpose
yerini değiştirmek
shunt
yerini değiştirmek
shift
yerini doldurmak
supply the place of
yerini doldurmak
supply
yerini doldurmak
sub
yerini doldurmak
recoup
yerini doldurmak
1. to do one's job well. 2. to fill (someone's) shoes, perform well the functions formerly carried out by (someone else)
yerini göstermek
show somebody to one's place
yerini kaptırmak
lose one's position
yerini kaptırmak
lose one's seat
yerini kaybetmek
lose one's seat
yerini kaybetmek
lose one's place
yerini kaybetmekten korkmak
look to one's laurels
yerini korumak
be one's own man
yerini korumak
hold one's own
yerini sakınmak
look to one's laurels
yerini saptamak
spot
yerini tutan
ersatz
yerini tutarak
compensatingly
yerini tutmak
replace
yerini tutmak
to substitute for
yerini tutucu
(Tıp) surrogate
yerini yavaş yavaş sonraki görüntüye bırakma
fade out
yer
spot

Tom got the key from its secret hiding spot and opened the door. - Tom gizli saklama yerinden anahtarı aldı ve kapıyı açtı.

The police arrested the burglar on the spot. - Polisler hırsızı olay yerinde tutukladı.

yer
{i} terrain

Situated on hilly terrain, the cathedral can be seen from a long distance. - Tepelik arazide yer alan katedral uzun bir mesafeden görülebilir.

yer
{i} stand

Stand where you are or I'll kill you. - Olduğun yerde kal yoksa seni öldürürüm.

Stand where you are or I'll kill you. - Olduğun yerde kal yoksa öldürürüm.

yer
(Bilgisayar) to
yer
{i} quarter

I eat dinner at quarter past seven. - Yediyi çeyrek geçe akşam yemeğini yerim.

yer
{i} where

In Germany today, anti-violence rallies took place in several cities, including one near Hamburg where three Turks were killed in an arson attack on Monday. - Bugün Almanya'da, Pazartesi günü kundaklamada üç Türk'ün öldürüldüğü Hamburg'un yakınında bir yer de dahil birçok şehirde şiddet karşıtı mitingler gerçekleşti.

His dog follows him wherever he goes. - Köpeği her yerde onu gittiği yerden takip eder.

(yerini) değiştirmek
shift
adet yerini bulsun diye
for form's sake
adet yerini bulsun diye
as a matter of form
konaklama yerini terk etmek
(Turizm) vacate
yer
(Bilgisayar) topo
yer
residence
yer
(Askeri) catchall
yer
housing
yer
trace

The police looked everywhere and couldn't find any trace of Tom. - Polis her yere baktı ve Tom'la ilgili herhangi bir iz bulamadı.

This security system allows us to trace employees movements anywhere they go. - Bu güvenlik sistemi çalışanların hareketlerini gittikleri yerde izlemelerine izin verir.

yer
(Havacılık) spool
yer
duty

You must fulfill your duty. - Görevini yerine getirmelisin.

Try to fulfill your duty. - Görevini yerine getirmeye çalış.

yer
party

The floor was strewn with party favors: torn noisemakers, crumpled party hats, and dirty Power Ranger plates. - Yer partiden kalanlar yüzünden dağınıktı: Yırtık gürültüyapıcılar, kırışık parti şapkaları, ve kirli Power Ranger tabakları.

Paul went to the party in place of his father. - Paul babasının yerine partiye gitti.

yer
bin

I use a three-ring binder for all my subjects instead of a notebook for each one. - Her biri için bir dizüstü bilgisayar yerine bütün konularım için üç halkalı klasör kullanırım.

yer
facility
yer
swatch
yer
venture
yer
point

Tom pointed to where Mary was standing. - Tom Mary'nin durduğu yeri gösterdi.

Instead of beating around the bush, Jones got straight to the point. - Lafı dolandırmak yerine, Jones doğrudan konuya girdi.

yer
feature
yer
(Bilgisayar) in
yer
terrane
yer
yard
yer
employment
yer
scar

She's out there somewhere alone and scared. - O orada bir yerde yalnız ve korkmuş.

This is a very scary place. - Bu çok korkutucu bir yer.

yer
mark

Open-air markets sell food grown on local farms. - Açık hava pazarları yerel çiftliklerde yetiştirilen gıdaları satar.

Markku joined the local football club. - Markku yerel futbol kulübüne katıldı.

yer
subterranean
yer
{i} whereabouts

Parents should monitor their children's whereabouts. - Anne ve babalar, çocuklarının bulunduğu yerleri izlemelidir.

I don't know his whereabouts. - Onun bulunduğu yeri bilmiyorum.

yer
site

The investigators gathered evidence from the crash site. - Araştırmacılar kaza yerinden delil topladılar.

Dan sent the machines to a site where they would be dismantled. - Dan makineleri sökülecekleri bir yere gönderdi.

yer
locality
yer
situs
yer
room

There was room for one person in the car. - Arabada bir kişilik yer vardı.

You must make room for the television. - Televizyon için yer açmalısın.

yer
earth

The earth is where we all live. - Dünya hepimizin yaşadığı yerdir.

Water covers about 70% of the earth. - Su, yeryüzünün yaklaşık %70'ini kaplamaktadır.

yer
seat

The paint on the seat on which you are sitting is still wet. - Oturduğun yerdeki boya hâlâ yaştır.

Tom saved Mary a seat. - Tom Mary'ye bir yer ayırdı.

yer
situation

Why don't you actually consider your situation instead of just chancing it? - Sadece onu değiştirmek yerine, neden durumunu gerçekten düşünmüyorsun?

If I were you, I would have done the same thing in such a difficult situation. - Yerinde olsam, böyle zor bir durumda aynı şeyi yaparım.

yer
abode
yerini almak
succeed
yerini almak
supersede
adet yerini bulsun diye
(deyim) As a (mere) formality
yer
the land
yer
{i} slot
yer
placing
yer
place of
yerini almak
to take the place of
yerini doldurmak
fill sb's shoes
yerini doldurmak
fill in for sb
Yer
(Tıp) locum
adet yerini bulsun diye
as a mere formality
avın yerini göstermek
set
başkasının yerini işgal eden kimse
squatter
hak yerini buldu
justice was done
hak yerini bulur
(Atasözü) Justice will prevail
harflerin yerini değiştirme
anagram
kazıklarla yerini belirlemek
peg out
oturma yerini onarmak
seat
radyo sinyalleri ile uçağın yerini belirleyen araç
loran
sesin yerini yavaş yavaş sonraki sese bırakması
fade out
takdir yerini bulmak
(for what was fated to happen) to happen
tam yerini saptamak
pinpoint
tayfanın savaştaki yerini belirten liste
quarter bill
uçağın yerini gösteren lâmba
sidelight
yavaş yavaş önceki görüntünün yerini alma
fade in
yavaş yavaş önceki sesin yerini alma
fade in
yer
station

He took the video to a local TV station. - Bir yerel televizyon kanalı için video çekti.

The station is situated in between the two towns. - İstasyon iki şehir arasında yer almaktadır.

yer
geo

George III has been unfairly maligned by historians. - George III, tarihçiler tarafından haksız yere kötü muamele gördü.

Georgia is his native state. - Gürcistan onun yerli devletidir.

yer
(a) seat; (a) room: Matine için iki yer ayırttım. I've reserved two seats for the matinée. Lokantada dört kişilik bir yer buldum. I found a table for four in the restaurant. Bu otelde boş yer yok. This hotel has no vacant rooms
yer
place; spot; position; location: Kandilli fevkalade güzel bir yer. Kandilli is an extraordinarily beautiful place. Senin yerin burası. This is your place./This is where you're to be. Eğlence yeri değil burası; ciddi bir işyeri. This isn't a place you come to in order to amuse yourself; it's a place where business is transacted in a serious way. Yerimde olsaydın ne yapardın? If you'd been in my shoes what would you have done? Feramuz Paşa'nın tarihteki yeri pek önemli sayılamaz. Feramuz Pasha's place in history cannot be reckoned an important one. Bu evin yeri hoşuma gidiyor. I like this house's location. Ağrının yerini daha iyi tarif edemez misiniz? Can't you describe more clearly where the pain is?
yer
mark (left by something): yara yeri scar left by a wound
yer
the earth, the ground: Yere düştü. He fell to the ground. Bütün parası yerde gömülü. All of his money is buried in the ground
yer
premises
yer
floor: Bebek yerde emekliyor. The baby's crawling on the floor. Yerler halı kaplıydı. The floors were covered with rugs
yer
place; location, spot, point; ground; floor; seat; space, room; situation, employment, duty; mark, scar, trace; earth
yer
platform
yer
locale
yer
space

I had to leave out this problem for lack of space. - Yer yokluğu yüzünden bu sorunu atlamak zorunda kaldım.

Tom backed his car out of the parking space. - Tom arabasını park yerinden çıkardı.

yer
standing

There was standing room only in the Regional Express to Nuremberg. - Sadece, Nürnberg Bölgesel Ekspres treninde ayakta duracak yer vardı.

We're out of chairs. Would you mind eating while standing up? - Sandalyemiz yok. Ayakta dururken yer misin?

yer
area

All the seating areas are taken. - Tüm oturma yerleri tutulmuş.

This area was first settled by the Dutch more than two hundred years ago. - Bu araziye ilk olarak iki yüzyıldan uzun bir süre önce Hollandalılar tarafından yerleşildi.

yer
mother earth
yer
terrain, region, area
yer
space, room: Otobüsün arka tarafında yer yok. There's no room in the back of the bus
yer
(Askeri) geolocation code file; standard specified geographic location file
yer
importance, place of importance: Bu maddenin sanayideki yeri yadsınamaz. It can't be denied that this material is of importance for industry
yer
post

The post office is located in the center of the town. - Postane, şehrin merkezinde yer almaktadır.

You must put up with your new post for the present. I'll find you a better place one of these days. - Şu an için yeni görevinize katlanmalısın. Sana bugünlerden birinde daha iyi bir yer bulacağım.

yer
glebe
yer
terraneous
yer
the earth, the planet earth
yer
position

All the players were in position. - Bütün oyuncular yerlerindeydi.

What would you do if you were in my position? - Yerimde olsan ne yaparsın?

yer
stead

The president did not come, but sent the vice-president in his stead. - Başkan gelmedi ama, yerine başkan yardımcısını gönderdi.

If you can't come, send someone in your stead. - Eğer gelemiyorsan senin yerine birini gönder.

yer
locus
yer
ubiety; pew
yer
place, position (of employment)
yer
footing
yer
passage or part (of something written or spoken): Söylevimin bu yeri alkışlanmaya değer, değil mi? This part of my speech merits applause, doesn't it?
yer
piece of land, piece of property: Kalamış'ta bir yer aldık. We bought a piece of property in Kalamış
yer
lampoon

It's easy to lampoon their ideas now, but they seemed quite reasonable at the time. - Şu an onların fikirlerini yermek kolay, fakat onlar o zaman epey haklı göründü.

yer
billet
yer
whither
yer
{i} ubiety
yer
whence
yerini almak
(Tekstil) accomplished
yorulanın yerini alan grup
relay
âdet yerini bulsun diye
as a matter of form, for form's sake
âdet yerini bulsun diye
for the sake of custom
الإنجليزية - الإنجليزية

تعريف yerini في الإنجليزية الإنجليزية القاموس.

yer
you

'Still, yer got nice looks,' said Ella.

yer
yeah; yes
yer
your

'Make yer way down to the station,' he said.

yer
you're

Yer a lotta nosey parkers.

yer
Yer is used in written English to represent the word `you' when it is pronounced informally. I bloody told yer it would sell. your or you
yer
Ere; before
yer
pron. (Informal) your
yer
{e} ere; before (Archaic)
yer
Yer is used in written English to represent the word `your' when it is pronounced informally. Mister, can we 'elp to carry yer stuff in?
التركية - التركية

تعريف yerini في التركية التركية القاموس.

Yer
nokta
Yer
(Hukuk) MAHAL
Yer
(Osmanlı Dönemi) RİMM
Yer
(Osmanlı Dönemi) MEVKİ'
Yer
(Osmanlı Dönemi) HAYYİZ
Yer
yan
yer
Herhangi bir şeye, bir işe ayrılmış bölüm veya alan
yer
Bulunulan, yaşanılan, oturulan şehir, kasaba, mahalle
yer
Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân: "İzinsiz bir yere gitmek ne haddime?"- M. Ş. Esendal
yer
Gezinilen, ayakla basılan taban
yer
Yer yuvarı, yerküre, dünya
yer
Bulunulan, yaşanılan, oturulan şehir, kasaba, mahalle: "Anadolu'nun bazı yerlerinde eski bir kocakarı itikadı vardır."- R. N. Güntekin
yer
Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân
yer
Durum, konum
yer
Ülke, bölge
yer
Önem
yer
Durum, konum, vaziyet
yer
Durum, konum, vaziyet. Ülke, bölge
yer
Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye
yer
Gezinilen, ayakla basılan taban: "Ayıp bir şey gördü mü kulaklarına kadar kızarıyor, gözünü yerde bir noktaya dikip öylece kalakalıyordu."- H. Taner
yer
Görev, makam
yer
Görev, makam: "Askerden gelirse bakalım bir yere yerleştirebilecek miyiz?"- M. Ş. Esendal. Önem
yer
Ekime elverişli toprak parçası, arazi
yer
İz
yer
Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa
yer
Otel, motel vb.nde kalınacak oda
yer
Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye: "Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi."- H. Taner
yer
Bir olayın geçtiği veya geçeceği bölüm, alan, mahal
yer
Herhangi bir şeye, bir işe ayrılmış bölüm veya alan. İz. Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa
yer
(Osmanlı Dönemi) mekân
yerini
المفضلات