birli

listen to the pronunciation of birli
التركية - الإنجليزية
(Bilgisayar) monadic
(Kimya) singlet
ace
playing cards ace
unary
bir
one

I know one of them but not the other. - Birini tanıyorum da ötekini değil.

In addition many groups have been formed so that the elderly can socialize with one another and remain active participants in American life. - Ek olarak yaşlılar birbirleriyle sosyalleşebilsin ve Amerikan hayatının aktif üyeleri olarak kalabilsinler diye birçok topluluk kurulmuştur.

birli işlem
(Bilgisayar) monadic operation
bir
single

There isn't a single cloud in the sky. - Gökyüzünde tek bir bulut yok.

She left without saying even a single word. - Tek bir kelime bile etmeden ayrıldı.

bir
uni
bir
un
bir
one person or thing
bir
alone
bir
once
bir
if only
bir
just
bir
(Biyokimya) mono-
bir
another
bir
one and the same
bir
uni-
bir
{i} drink

He needs something to drink. - İçecek bir şeye ihtiyacı var.

Is there anything to drink in the refrigerator? - Buzdolabında içilebilecek herhangi bir şey var mı?

bir
a
bir
apart

It isn't a real apartment. - O, gerçek bir daire değildir.

I'm busy looking for an apartment. - Ben bir daire aramakla meşgulüm.

bir
mono

Carbon monoxide is a poisonous substance formed by the incomplete combustion of carbon compounds. - Karbon monoksit karbon bileşiklerinin tam yanmamasından oluşan zehirli bir maddedir.

He read the poem in a monotone. - O, şiiri monoton bir şekilde okudu.

on birli
on cooperation
bir
one (as a number): Bir beyaz manolya yedi pembe manolyaya bedeldir. One white magnolia is worth seven pink magnolias
bir
a, an; a certain, a particular: Bursa'da güzel bir evi var. She has a lovely house in Bursa. Dünkü partide bir kadını gördüm; kim olduğunu sen anlarsın. At yesterday's party I saw a certain woman; you know who I mean
bir
the same: Emellerimiz bir. Our goals are the same
bir
used as an emphatic: O hayata bir alıştı ki sorma gitsin! He has really gotten accustomed to that way of life! Bir dene! Just try it! Birdenbire bir feryat! And suddenly there was such a yell! Ah, bir oraya gidebilsem! Ah, if I can just go there!
bir
a, an; one; unique; the same; united; once; only, alone; just; if only
bir
used to add a note of vagueness: Bir zamanlar Arnavutköy'de çilek yetiştirilirdi. There was a time when strawberries were grown in Arnavutköy. Sen bugün bir tuhafsın. You don't seem quite yourself today
bir
united; of one mind, of the same opinion: Bu konuda biriz. We're of one mind on this subject
bir
only: Bir o bunu yapabilir. Only she can do this. Bunu bir sen bir de ben biliyoruz. You and I are the only ones who know this
bir
single; some
bir
shared, used in common: Yatak odalarımız ayrı, banyomuz bir. We have separate bedrooms but share a bathroom
bir
(İnşaat) a, an
bir
{f} lump

One lump of sugar, please. - Bir küp şeker, lütfen.

Every time I think of Tom, I get a lump in my throat. - Tom'u ne zaman düşünsem, boğazımda bir yumru hissediyorum.

bir
head

A cup of coffee cleared my head. - Bir fincan kahve kafamı aydınlattı.

They all have arms, legs, and heads, they walk and talk, but now there's SOMETHING that wants to make them different. - Onların hepsinin, kolları, bacakları, ve kafaları var,onlar yürürler ve konuşurlar, ama şimdi onlara farklı yapmak isteyen bir şey var.

bir
erect

The soldiers have erected a peace monument. - Askerler bir barış anıtı diktiler.

Don't lend money to someone who can't have a morning erection. - Sabah ereksiyonu olmayan birine ödünç para verme.

bir
unit

The United States borders Canada. - Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ile komşudur.

Which language is spoken in the United States of America? - Amerika Birleşik Devletleri'nde hangi dil konuşuluyor?

bir
unity

He spoke of party unity. - O, parti birliği hakkında konuştu.

Unity is better than money. - Birlik paradan daha iyidir.

bir
somewhere

He lives somewhere about here. - O, burada bir yerde yaşıyor.

I saw her somewhere two years ago. - Onu ben iki yıl önce bir yerde gördüm.

bir
engage

Tom bought an engagement ring for Mary with money he inherited from his grandfather. - Tom büyükbabasından miras kalan parayla Mary için bir nişan yüzüğü aldı.

Bob has been engaged to Mary for over a year. - Bob, Mary ile bir yılı aşkın bir süredir nişanlıdır.

bir
{f} pace

He walked at a quick pace. - O büyük bir hızla yürüdü.

I can describe China, especially in relation to big cities like Beijing, in one sentence - China is a country whose pace of life is both fast and leisurely. - Ben, özellikle Pekin gibi büyük şehirler ile ilgili olarak Çin'i tek bir cümleyle açıklayabilirim. - Çin, yaşam hızı hem hızlı hem de keyifli bir ülkedir.

bir
un#veil
bir
{s} some

Do you want some coffee? - Biraz kahve ister misin?

I've brought you a little something. - Sana küçük bir şey getirdim.

bir
attack

They began with a strong attack against the enemy. - Düşmana karşı şiddetli bir taarruza geçtiler.

She attacked him with a baseball bat. - O, bir beyzbol sopası ile ona saldırdı.

bir
squash

We should play squash together sometime. - Bir ara birlikte duvar tenisi oynamalıyız.

Butternut squash is a good source of manganese, potassium, and vitamins A, C, and E. - Balkabağı, iyi bir manganez, potasyum ve A, C ve E vitaminleri kaynağıdır.

الإنجليزية - الإنجليزية

تعريف birli في الإنجليزية الإنجليزية القاموس.

bir
Stands for Bureau of Internal Revenue and is in charge of collecting all internal taxes (like income taxes)
bir
British Institute of Radiology
birli
المفضلات